Bu başlık altında raportörler, Hocaefendi’nin değişik zamanlarda verdiği vaazlardan alıntılar yaparak bir takım iddialar öne sürmekte ve bu iddiaları sürekli tekrar etmektedirler. Biz, hakikatin pardesini aralamak için ciddiyet ve titizlikle bu iddialara birer birer cevap vermek istiyoruz.
Önce iddialarına delil olarak yaptıkları alıntıları görelim:
11.04.1989 tarihinde Fatih Camii’nde yaptığı vaazdan şöyle bir alıntı yapılmış: “… Tertemiz nasiyeleriniz yepyeni ikincinin ilkleri olarak bir neslin dini ihya etmek üzere omuz omuza vermeye hazır bulunduğunu gösteriyor, bir ikinci sahabe yolda geliyor olduğunu gösteriyor. …Allah beni yalancı çıkarmasın” (Görüntülü Vaazlar -3’den Fatih (Ramazan)-1 Sevgi Sultanı, dk. 06.10)
06.04.1979 tarihinde yaptığı bir vaazından yapılan iktibas da şu şekilde:
“Sahabenin yeniden geleceğine inanır olmaya başladık, nasıl onların başında Resûl-i Ekrem (s.a.s.) mübarek ruhaniyeti ve nuraniyeti ile bir alem bir şehbâl idi ve imdatlarına yer yer
koşuyor, ellerinden tutuyor, saadet ve mutluluk ufuklarını onlara gösteriyor, pişdarlık yapıyordu…” (Sesli Vaazlar 7, 1979 04 06, İktisadi Mülahazalar-7, dk. 1.28.00 vd.)
Raportörler Hocaefendi’den yaptıkları bu alıntıları delil göstererek şu iddiaları öne sürmektedirler:
- Kendi bağlılarını ikinci sahabe nesli olarak niteleyerek tüm dini yapılardan üstün görmekte, Kur’an, Sünnet ve sahabe gibi kutsal sayılan değerleri istismar etmektedir.
- “Sizin en hayırlınız, şu benim içinde bulunduğum nesil, sonra ondan sonra gelenler, sonra da ondan sonra gelenlerdir”, hadisinde yer alan ikinci neslin kendi cemaati olduğunu iddia ederek hadisi tahrif etmektedir.
- Asırlar boyu İslam dinine hizmet etmiş Müslümanlara karşı saygısızlık etmektedir.
- Gülen, kendisini ikinci sahabe neslinin önderi konumuna yükseltmektedir.
- Gülen’in bağlıları onu, İslam itikadına aykırı bir şekilde sürekli Allah ve Hz. Peygamber’le görüşüp onlardan talimat aktaran, meleklere ve cinlere emir veren bir kişi olarak görmektedir. Onun hata yapmayacağına ve hatalardan korunmuş olduğuna inanılmaktadır.[1]
Şimdi öne sürülen iddialara cevap verelim:
1. İkinci Sahabe Nesli
Her şeyden önce alıntılanan metinlerde iddiaları doğrulayabilecek unsurlar bulunmadığı gibi Hocaefendi’nin diğer eserlerinde de iddiaları çürütecek birçok delil ve mülahaza vardır. Hocaefendi, gerek Diyanet’e bağlı bir vâiz olarak görev yaptığı dönemde, gerekse daha sonraki yıllarda yine aynı kurumun izin ve onayıyla verdiği vaazlarda, sahabeyi rol model olarak kabul eden bir neslin yetişmesi/yetiştirilmesi istikametinde çok ciddi tahşidat yapmıştır. Bu şekilde hareket ederken de Peygamber Efendimiz’in (sas) ahir zamanda geleceğini müjdelediği insanlar ile ilgili hadis-i şerifleri referans almıştır. “İslam garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!.[2]
Hocaefendi, hitap ettiği insanlara Peygamberimiz’in (sas) müjdelediği bu insanlar olmalarını hedef gösterip teşvik etmiştir, bu doğrudur. Ancak hadiste geçen o kişilerin onlar olduğuyla ya da onlarla özdeş kıldığıyla ilgili hiçbir şey söylememiştir.
Aynı konu ile ilgili bir başka hadiste Peygamber Efendimiz (sas); “Keşke kardeşlerimi görebilseydim.” buyurmuşlardır. Ashab-ı kiramdan yanında bulunanlar, “Ya Resûlallah! Bizler kardeşlerin değil miyiz?” dediklerinde, “Sizler ashabımsınız. Kardeşlerim henüz gelmedi. Onlar sonra gelecekler…” buyurmuştur.[3] Hocaefendi, bu hadisi şu şekilde yorumlamaktadır: “Bundan anlaşılmaktadır ki Cenab-ı Hak, ümmetin başında gelenlere denk olarak sonunda geleceklere de bir kudret ve İslamiyet’e bir istikrar bahşedecektir.” Görüldüğü gibi “denklik,” sahabe efendilerimizle değil, Allah’ın onlara bahşettiği kudret ve istikrar cinsinden olarak zikredilmektedir.”[4] Ayrıca burada Hocaefendi’nin bu yaklaşımında hadiste zikri geçen nesli, kendi cemaatine tahsis etmek gibi bir anlayış da kesinlikle söz konusu değildir.
Hocaefendi, Peygamberimiz’in (sas) “Cihad benimle başlamıştır ve ümmetimin son demlerinde Deccal ile muharebesine kadar da devam edcektir.”[5] hadis-i şerifi ile ilgili olarak şöyle bir yorum yapmıştır: “Öyle anlaşılıyor ki ümmetin en sonunda, inkar-ı ulûhiyet davasında bulunan, peygamberliği inkar eden bir kısım safdil veya ehl-i ilhad kimselerin bazı kesimlere peygamberlik yakıştırmasına karşılık Hakka omuz verenler dine sahip çıkacaklar ve hakkın temsilini ahir zamanda bir kere daha en parlak şekilde devam ettireceklerdir.”[6]
Hele bu konuda Hocaefendi’nin şu ifadeleri raportörlerin tüm iddialarını çürütecek niteliktedir; “Biz, bugün Müslümanlar olarak çok ağır bir mesuliyetin altında bulunuyoruz. Bir dönemde sahabe gibi seçkinlerle temsil edilen bu dava, bugün, cılız iktidarımıza rağmen, ilâhî bir ihsan olarak omuzlarımıza yüklenmiş durumda. Burada “biz” derken İslâm’a hizmete gönül vermiş bütün inanan insanları kastediyorum.”[7]
“Sahabenin hemen arkasında yer alma” düşüncesinin gerekçesini açıklarken de Hocaefendi, kendi arkadaşlarının hususiyeti olarak değil, yaşadığımız çağın zorluklarından kaynaklanan bir imkân olarak şöyle der: “Günümüz insanı, ‘emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’e her devirden daha çok muhtaçtır. Zaten nübüvvet, Hatemü’l-Enbiyâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuş ve o kapı artık ebediyen kapanmıştır. Hâlbuki günümüzde, geçmiş asırların hepsine denk bir küfür ve isyan hâdisesi söz konusudur. Bu itibarla da bugün, bu yüce vazifeyi omuzlayanlar, her devrin insanından daha büyük sıkıntı ve ızdıraba dûçâr olabileceklerdir. Bu zor şartlardır ki günümüzün mürşit ve mübelliğlerini kendilerinden önce gelenlerin çok önüne geçirecek ve ümit ediyoruz onlara, sahabenin hemen arkasında yer alma pâyesini kazandıracaktır.[8]
Kendisini veya ait olduğu grubu başkalarından üstün görme durumu için Hocaefendi: “Allah’a binlerce hamd ü sena olsun ki bize muvafakat içinde hizmet etme zemini lütfetti ve gayretlerimizi başarılarla neticelendirdi.” der ve devam eder “Hüve”yi işaret etmesi gereken kimseler, “Var mı benim gibisi!” türünden ifadelerle “benlik” hırıltıları çıkarırlarsa ya da “Bu cemaat gibisi gelmedi âleme” şeklinde “biz” duygusuna bağlı bir fâikiyet düşüncesini seslendirirlerse, işte o zaman, ilâhî ihsanları ferdî enaniyete veya âidiyet mülâhazasına bağlamak suretiyle nankörlük yapmış ve Allah korusun bir çeşit şirke düşmüş olurlar.[9]
Hocaefendi’nin eserlerini inceleyerek bahsi geçen raporu hazırladıklarını iddia edenlerin, kitaplarındaki gayet açık ve net ifadelerine rağmen; onu, dini istismar ederek Allah Resulü’nün beyanını kendisine ve hizmet çizgisini takip eden insanlara tahsis etmek ve onlara kutsiyet kazandırmakla itham etmeleri apaçık bir çarpıtmadan ibarettir.
2. En hayırlı insanlar
Rapor yazarları, Hocaefendi’nin, en hayırlı nesillerin, sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin olduğunu bildiren hadis-i şerifi tahrif ederek, sıralamaya sahabeden sonra kendi cemaatini eklediğini iddia etmektedirler. Oysaki Hocaefendi’nin bu hadis-i şerifi ele aldığı yerlerdeki ifadeleri yanlış anlaşılmaya izin vermeyecek kadar nettir:
“İslâm ordusu bir beldeye gelir ve oranın ahalisi, “Sizin içinizde peygamberi gören var mı?” diye sorar. Eğer “Evet, var.” denilirse kapılar ardına kadar açılır. Sonra bu soru “Allah Resûlü’nü görenleri gören var mı?” şeklinde de sorulabilir. Yine “Evet, var.” denirse kapılar ardına kadar açılır. Daha sonra ise “Sahabeyi görenleri, yani tâbiîni görenleri gören var mı?” diye sorulur. Cevap “Evet, var.” olursa, yine kapılar açılır ve fetihler sürer gider.”[10] Devamında da tahrif ettiği iddia edilen hadisi zikreder; “Zaten başka bir hadiste Efendimiz bu üç devreyi en hayırlı devreler olarak vasıflandırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “En hayırlı nesil, benim içinde bulunduğum nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenleri takip edenlerdir.”[11] Hocaefendi konu ile ilgili bu iki hadisi naklettikten sonra, “İslâmî geçmişimize bakınca bütün tarihî vak’aların, Efendimiz’in bu ifadelerini doğruladığını görürüz.” diyerek ilk üç asrın en faziletli dönem olduğunu gayet net ifade etmektedir.[12]
“Sahabe-i kiram, büyük bir titizlikle Sünnet’e uymuş, hayatını Sünnet’e göre tanzim etmiş, Sünnet’i muhafaza etmiş ve hiçbir fazlalık ve eksikliğe meydan vermeden tâbiîn-i izâma nakletmiştir.
Dönemlerindeki fitne ateşleri sebebiyle hayatlarını zühd ve takva üzerinde İslâm’a ve İslâm’ın iki temeli olan Kur’ân ve Sünnet’e adayan tâbiînin, sayıları binleri aşan dev imamları, Kur’ân gibi Sünnet’e de sahip çıkmış ve karıştırmadan, bulandırmadan onu, kendilerinden sonraki nesle intikal ettirmişlerdir.
Bu üç nesil, yani sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ifadeleriyle, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra gelecek insanların en hayırlılarını teşkil etmektedirler.”[13]
Görüldüğü üzere Hocaefendi, Peygamberimiz’in (sas) ilk üç asrın en hayırlı dönemler olduğunu bildiren hadis-i şerifini eserlerinde gayet net ifadelerle nakledip yorumlamaktadır. Buna rağmen Rapor yazarları, Hocaefendi’yi hadisi tahrif etmekle itham etmekte ve bu sonuca Hocaefendi’nin söylemediği bir sözü onun sözüymüş gibi göstererek varmaktadırlar. Alıntıladıkları metinlerde de hükümlerini destekleyecek sarih bir cümle ya da iddialarını haklı çıkaracak bir yorum bulunmamaktadır.
3. İdeal toplum
Özellikle Osmanlının yıkılış, Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte özünden kopup savrulmuş, kendi olamadığı için her türlü etkiye açık hale gelmiş nesiller, yeni bir milli kimlik ve ideal bir toplum arayışını beraberinde getirmiştir. Türk düşünce ve edebiyatında pek çok şair, edip ve düşünürün yazı ve makalelerinde mevcudun eleştirisi ve ideal bir nesil özlemi görürüz. Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli, Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’su, Sezai Karakoç’un “Diriliş”i bu ideal nesli tasvir eder. Kendi değerlerine bağlı, kimliğini Hazreti Peygamber’in izinde Kur’anla inşa etmiş bir nesil için örnek toplum, ütopyaları aşan yaşanmışlıkları ile Asr-ı Saadet’tir. Asr-ı saadet kahramanları şiirlere, romanlara konu olmuş, camilerde hatipler neredeyse bir asırdır bu ideali işleyerek cemaati coşturmaya çalışmışlardır.
Hocaefendi’nin sahabe nesli konusundaki muhabbet ve hassasiyeti 70’li yılların başlarından beri, Türk kamuoyu tarafından bilinmektedir. Hatta o kadar ki “onu dinleyenlerin zihin dünyaları ve hafızalarına sahabe sevgisinin kodları kazınmıştır,” dense mübalağa edilmiş olmaz. Bazıları Hocaefendi’nin bu idealizmini ütopya kapsamında değerlendirebilir. Ancak o, hedef göstermekle yetinmemiş, fiilen de sahabe vasıflarına sahip bir neslin yetişmesi için gerekli eğitim seferberliğine ısrarla vurgu yapmıştır. Durum böyle iken Diyanet raportörlerinin Hocaefendi’yi sahabe idealini suistimal etmekle itham etmeleri ancak bildiklerini bilmez görünmeyle, yani tecâhül-ü arifâne sanatı ile izah edilebilir.
4. Dine hizmet edenlere saygı
Raportörlerin iddia ettiği gibi Hocaefendi’den yapılan alıntılarda dünden bugüne dine hizmet eden ilim ve maneviyat rehberlerine en küçük bir saygısızlık ve hakaret söz konusu değildir. Hocaefendi’nin eserleri art niyetten bağımsız bir şekilde analiz edildiğinde, öne sürülen bu iddianın tam tersine, onun selef-i salihin çizgisinde bir Müslümanlık yaşamayı hedef kabul ettiği, İslam âlimlerine, dünden bugüne dine hizmet eden şahıslara, cemaatlere, guruplara çok ciddi bir saygı ve hürmetinin olduğu çok net görülür.
Hocaefendi’nin, düşünce ve aksiyon dünyasında İslam dinini doğru anlama, doğru yorumlama ve hayata taşıma konusunda selef-i salihinin çok önemli bir yeri vardır. O, bu konunun önemini “Kur’ânî Bir Prensip: Selefe Saygı”[14] ve “Selefe Saygı”[15] gibi müstakil başlıklar altında ele aldığı gibi değişik münasebetlerle pek çok yerde vurgulamıştır.
Hocaefendi, selef-i salihin çizgisinde, bir Müslümanlık yaşamayı ulaşılması gereken bir ufuk, bir hedef olarak kabul etmektedir: “Asla utulmamalı ki hakikî bir mü’min, Kur’ân ve Sünnet’in beyan buyurduğu ve selef-i salihînin hâlisane temsilleriyle ortaya koydukları ideal hayat tarzını araştırır, bulur, öğrenir; öğrenir ve içinde bulunduğu ortamla, yaşamış olduğu hayat tarzıyla mukayesesini yapıp kendi durumunu sorgular. Yani mü’min, yemede, içmede, yatmada, kalkmada, Müslümanların derdiyle derdmend olmada; hâsılı hayatın her anı ve her safhasında Kur’ân ve Sünnet yolunu araştırmak, selef-i salihîn çizgisini yakalamakla kendini mükellef bilmelidir. Bu gayeye hizmet etmesi yönüyle selef-i salihînin hayatlarının anlatıldığı tabakat kitapları çok önemlidir. O büyük zatların hakikî Müslümanlığı nasıl ve hangi çerçevede yaşadıklarını öğrenip anlamaya, anlayıp benliğimize mal etmeye çalışmalıyız. Bu istikamette atalarımız ve seleflerimiz olan Osmanlı’nın da bizim için çok önemli bir kaynak olduğu unutulmamalıdır.”[16]
Hocaefendi, hizmet çizgisinde birlikte yürüdüğü insanların önüne, dine hizmet eden şahıs ve hizmet gruplarına saygı ve hürmet göstermeyi, yerine getirilmesi gereken bir vazife olarak koymaktadır: “Ne seviyede olursa olsun din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmiş insanları daima takdirle yâd etmek, onlara saygı göstermek ve her yerde tazimkâr ifadelerle insanların sinelerinde onlara karşı bir sevgi ve muhabbet uyarmak önemli bir vazifedir. Biz saygı telkin ettiğimiz takdirde kafalardan bu saygısızlık düşüncelerini de silip kısmen atmış oluruz. Aynı zamanda bu sayede Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu elde etmiş sayılırız.”[17]
“İrşad ve tebliğde bulunan, dine hizmet eden bütün mü’minler, bütün cemaatler alkışlanmalı ve haklarında dua edilmelidir; evet, Allah’ı ve Resûlü’nü seven ve anlatan herkes, Allah ve Resûlü’nden ötürü sevilip tebcil edilmeli, muhterem bilinmeli ve kendisine saygı duyulmalıdır. “Sadece benim yolum haktır.” demeyip, başkalarına da hayat hakkı tanınmalıdır.”[18]
Diğer taraftan Hocaefendi, dünden bugüne İslam dinine hizmet etmiş insanlara bırakın saygısızlık ve hakaret etmeyi onları hafife almanın bile insanı değişik feyiz ve bereketlerden mahrum edeceği kanaatindedir: “Aslında bir vakitler hizmet etmiş kimselere hor bakıp onları hafife alma hissi, insanı çeşitli füyûzattan mahrum bırakan bir hastalıktır. Bunların pek çoğunun kendilerine göre bir âlemi vardır ve onlar başımızda ya da yanımızda Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbe birer vesiledirler. Onların aleyhlerinde bulunan kimse, Cenâb-ı Hak’tan gelecek rahmetten mahrum olur.”[19]
Hocaefendi eserlerinde selef-i salihîn efendilerimizin virdlerini, dualarını “el-Kulubu’d-dâria” (Yakaran Gönüller)[20] isimli eserine alarak hem kendisinin hem de hizmet câmiasının ve sevenlerinin önemli bir manevi beslenme kaynağı haline getirmiştir. Onun hizmet çizgisini benimseyen dünyanın hemen her yerindeki insanlar bu duaları bir vird olarak sürekli okumaktadırlar.
el-Kulubu’d-dâria, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretleri’nin derlediği, Abdülkadir Geylanî, Muhyiddin ibn Arabî, Hasan Şazilî ve Bahauddin Nakşibend gibi pek çok Allah dostunun virdlerinden meydana gelen “Mecmûatü’l-Ahzap” isimli üç ciltlik eserin yeniden tanzim edilip yeni dua ve zikirlerin eklenmesinden oluşmaktadır. Derlemesini Hocaefendi’nin yaptığı eser, Peygamber Efendimiz’in belli bir vakit ile kayıtlı olmayan sabah-akşam dualarıyla başlayarak, hulefa-i raşidin, sahabe, tabiin, tebe-i tabiin ve dünden bugüne ilim ve irfan rehberlerinden günümüze kadar gelen dualarla devam etmektedir.
el-Kulubu’d-dâria’da dua ve virdleri bulunan ilim ve maneviyat rehberlerinden bazıları şunlardır: Muhammed ibn Hanefiyye, Zeynelabidin Ali ibn Hüseyin, Cafer-i Sâdık, Muhammed ibn Üsame, Musa Kâzım, Üveys el-Karanî, Hasan el-Basrî, Râbiatü’l-adaviyye, İmam A’zam Ebu Hanife, İmam Şafii, Ahmed ibn Hanbel, İbrahim ibn Edhem, Maruf el-Kerhî, Bayezid el-Bistamî, Cüneyd el-Bağdadî, İmam Gazzalî, Abdulkadir el-Geylanî, Ahmed el-Rıfaî, Mahmud el-Kürdî, Fahreddin Razî, İbn-i Meşiş, İbn Arabî, Hasan Şazilî, Sadreddin el-Konevî, Seyyid Ahmed el-Bedevî, İmam Bûsirî, Mevlana Celaleddin er-Rûmî, İmam Nevevî, Ataullah İskenderî, Muhammed Vefa, Şihab el-Hemedanî, Bahaduddin Nakşibend, Hacı Bayram, Muhammed ibn Süleyman el-Cezûlî, Aziz Mahmud el-Hüdaî, İmam-ı Rabbanî, Abdullah el-Alevî el-Haddad, İsmail el-Halvetî, Şeyhülislam Ebu’s-suud, Sultan Birinci Abdülhamid, Abdulgani en-Nablûsî, Mustafa Bekrî, Ahmed Derdir, Mevlana Halid el-Bağdadî, Bediüzzaman Said Nursî.
Hocaefendi, dünden bugüne dini değerlerimize hizmet eden ilim ve irfan rehberlerine dua etmenin yanında Filibeli Ahmed Hilmî, Ferit Kam, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Babanzâde Ahmed Naim, Mehmed Âkif, Muhammed Hamdi Yazır, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi, Es’ad Efendi, Sami Efendi, Abdulhakim Arvâsi, Ali Haydar Efendi, Mehmed Zâhid Kotku, Alvar İmamı Muhammed Lutfî, Serdehl’in Seydâsı, Muhammed Râşid Erol Efendi, Nureddin Topçu, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi çağımızın düşünce ve aksiyon insanlarını da eserlerinde hep hayırla yad etmiş ve onlardan sitayişle bahsetmiştir. [21]
Görüldüğü üzere rapor yazarlarının iddialarının aksine Hocaefendi, dünden bugüne dine hizmet eden ilim ve maneviyat rehberlerini kendisine ve cemaatine birer örnek kabul etmiştir. Rapor yazarlarının onu, selefe ve dine hizmet edenlere karşı kendi cemaatini üstün gösterme, kutsama vs. gibi iddialarla saygısızlık ve hakaret ile itham etmelerinin hiçbir dayanağı yoktur. Dua ve virdlerine yer verdiği isimlere kısaca bir göz atmak bile, Hocaefendi’nin selefe bakış açısını, saygısını, tutum ve davranışını gözler önüne serer.
5. İkinci sahabe neslinin önderi
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tevazu ve mahviyeti müsellemdir. Onun, ne bu iktibas yapılan yerde ne de başka bir yerde kendisini bir önder olarak görüp, gösterdiğine dair en küçük bir delil, emare ve işaret söz konusu değildir. Onun kendisine verdiği konum, kendi ifadesiyle şu şekildedir: “İyice bilinmesini isterim ki; öncülükten, liderlikten, şeyhlikten fersah fersah uzak bulunuyorum. Ben sadece düz bir Müslümanım.”[22] O, kendisinin velilerin, Allah dostlarının bir kıtmiri olduğunu söylemektedir: “Velilik benim saham değil. Ben veliler bezminde olsam olsam onların kitmîri olabilirim.”[23]
Diğer taraftan Hocaefendi, sahabe çizgisinde dini yaşayan ve temsil eden bir neslin milletimizin içinden çıkmasını bir hedef olarak görmekte ve göstermektedir: “Hedef gösterme mi anlarsınız, müjde mi bilmem; ama Allah Resûlü “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.”[24] buyurmuştu. Onlar (sahabe efendilerimiz), bunu bir vazife olarak anlamışlar ve hep bu vazifeyi eda etme gayretiyle yaşamışlardı. Aziz milletimizin mazisi bu kutlu vazifeyi yapmanın izzetiyle doludur. Herkesin ölüm hastalıklarına tutulduğu yerde bu millet “Biz ümit olmalıyız.” deyip ayakta kalmasını bilmiş ve bu şuurla yaşamıştır.”[25]
Yine aynı konuyu ele aldığı bir başka yerde Hocaefendi, zor şartlarda dine hizmet eden herkesi kastettiğini açıkça ifade etmektedir. O, “sahabenin hemen arkasında yer alma” düşüncesinin gerekçesini açıklarken de kendi arkadaşlarının hususiyeti olarak değil, yaşadığımız çağın zorluklarından kaynaklanan bir imkân olarak şöyle açıklar: “Günümüz insanı, ‘emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’e her devirden daha çok muhtaçtır. Zaten nübüvvet, Hatemü’l-Enbiyâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuş ve o kapı artık ebediyen kapanmıştır. Hâlbuki günümüzde, geçmiş asırların hepsine denk bir küfür ve isyan hâdisesi söz konusudur. Bu itibarla da bugün, bu yüce vazifeyi omuzlayanlar, her devrin insanından daha büyük sıkıntı ve ızdıraba dûçâr olabileceklerdir. Bu zor şartlardır ki günümüzün mürşit ve mübelliğlerini kendilerinden önce gelenlerin çok önüne geçirecek ve ümit ediyoruz onlara, sahabenin hemen arkasında yer alma pâyesini kazandıracaktır.”[26]
Nitekim İstanbul’un fethi ve onu fetheden kişi hakkındaki bişârete mazhar olabilmek için Sultan Fatih “öz beynini kafatasından kusacak” kadar meseleyi dert edinip, çalışmıştır. Allah’ın inayetiyle de o bişârete mazhar olmuştur.
Rapor yazarları Hocaefendi’nin seksen kitabından binlerce vaaz, sohbet vs. sesli eserinden dinin ruhuna uymayan bir yer bulmakta çok ciddi zorlandıklarından olsa gerek, onun hiçbir yerde söylemediği şeyleri kendi zanlarına göre yorumlayıp, kendilerince anlamlar çıkararak Hocaefendi’ye mal etmeye çalışmaktadırlar.
6. Takipçilerinin Hocaefendi’ye bakışı
Rapor yazarları, alıntıladıkları metinlerde hükümlerini destekleyecek sarih bir cümle ya da iddialarını haklı çıkaracak en küçük bir yorum bulamadıkları halde, ısrarla Hocaefendi’yi “Hadis-i şerifi tahrif”le itham etmektedirler. Bu mesnetsiz iddia ve ithamlarıyla da kalmayarak, bu iddialardan hayalî, ikinci ve yan ithamlar çıkarmaktan da geri durmamaktadırlar. Yöntem olarak, önce adeta roman yazar gibi, kendi hayal ve vehimlerinde inşa ettikleri muhayyel bir Hocaefendi portresi ortaya koyuyor, o vehim üzerinden peş peşe hükümler çıkarıyorlar. Ardından da kendi hezeyanları ile Hocaefendi ve arkadaşlarını itikadî açıdan sapkın ilan etmeye cür’et ediyorlar: ‘Gülen’in bağlıları onu, İslam itikadına aykırı bir şekilde sürekli Allah ve Hz. Peygamber’le görüşüp onlardan talimat aktaran, meleklere ve cinlere emir veren bir kişi olarak görüyor ve onun hata yapmayacağına ve hatalardan korunmuş olduğuna inanıyor’![27]
Hocaefendi’nin yüzbinleri bulan sevenleri ve bağlıları arasında akademisyenler, gazeteciler, medya mensupları, iş adamları, sanat ve edebiyat dünyasından birçok saygın düşünür ve entelektüel kişilik var. Yüz yetmişe yakın ülkede Hocaefendi’nin rehberlik ettiği devasa eğitim organizasyonlarına katılan, fikir olarak destekleyen ve yakından takip eden pek çok düşünce insanı, kanaat önderi ve uluslararası temsile sahip kimseler bulunuyor. Bundan başka Arap ve İslam dünyasından da pek çok akademisyen, Hocaefendi’nin düşünce ve faaliyetlerini yakinen gözlemlemekte ve alkışlamaktadır. Hakkında onlarca doktora ve master tezi yapılmış ve yapılmaktadır.[28] Ancak bugüne kadar tek bir düşünür, akademisyen, iş insanı ya da bu faaliyetler üzerinde gözlem yürüten herhangi kimse, Hocaefendi’nin bağlıları hakkında, böylesine absürd bir iddiada bulunmamıştır.
Rapor yazarları bu nevi iddiaları doğrulayacak bir delil bulamadıkları için, Hocaefendi ve çevresinin inançlı kamuoyu vicdanı nezdindeki itibarını sarsmaya yönelik bir iddiayı gündeme getiriyorlar; ‘Gülen peygamberlik iddiasında bulunan bir şahsiyet, çevresi de onun günahsız ve masum olduğuna inanan sapkın ve kafir bir topluluktur’! Böyle mantıksız ve absürd bir iddiayı ciddiye alıp cevap vermek ağır gelse de yüzbinlerce insanın inancına taalluk eden bir hak olduğu için yine de birkaç kelam etmek yerinde olacaktır. Her şeyden önce Hocaefendi’nin Allah ve Resulullah ile görüşüp onlardan aldığı talimatı cemaate aktardığını doğrulayacak bir delil olmadığı gibi taraftarlarının da böyle bir anlayışı asla ve kat’a yoktur. Tam tersine -daha önce geçtiği üzere- Allah’tan talimat alıp nakletmek peygamberlik iddiasıdır. Oysa Hocaefendi kerrat ile birçok sohbet ve yazısında peygamberlik iddiasının açık bir küfür olduğunu; zira Kur’an ve Sünnet’te bu konunun gayet net bildirildiğini ifade etmiştir: “O, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 33, 40) âyet-i kerimesi ve “Benden sonra bir nebi gelmeyecektir.”[29] hadis-i şerifinin açık ifadesiyle Peygamberimiz’den sonra bir peygamber gelmeyecektir. Bu sebeple Efendimiz’den sonra nebi geleceğini kabul etmek apaçık bir dalâlettir.”[30]
“Peygamber peygamberliğini inkâr edemediği gibi, onu ifade etme mecburiyetinde olduğu gibi; o meselenin şemmesini duymamış, reşhasına şahit olmamış, onu ihsâs etmemiş bir insanın kalkıp o iddiada bulunması da aynen küfürdür. Bu açıdan da bir insan Ehl-i Sünnet çizgisinde ise mişkât-ı nübüvvet altında yürüyorsa, hiçbir zaman böyle bir iddiaya kalkmayacaktır.” [31]
Peygamber Efendimiz (sas) ile rüya ve yakazada görüşme meselesine gelince bunun mübeşşirat nevinden olduğu ve şer’î delil olmadığı hususu ise daha önce geniş bir şekilde ele alınmıştı.
Hocaefendi’nin hizmet çizgisini benimseyenlerin onun hata yapmayacağına ve hatalardan korunmuş olduğuna inandıkları iddiasına cevap olarak, önce Hocaefendi’nin sonra da cemaatinin bakışını aktaralım:
Birincisi, Hocaefendi, Peygamberlerin dışında kimsenin “ismet” sıfatı bulunmadığını, şu hadis-i şerîfin bunu teyit ettiğini vurguluyor: “Bütün insanlar hata işlerler. Hata işleyenler içinde en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”[32] ve devamında da “Herkes, büyük veya küçük bir günah işleyebilir. Masumiyet, sadece peygamberlere hastır.” demektedir.[33]
Hocaefendi; bu hususla alâkalı, tasavvufta üzerinde durulan bir noktaya da dikkatleri çekmiştir: “Bir insanın farazî ve takdirî olarak hata ve günah işleyebileceğini söylemek, onun bilfiil günah işlediği anlamına gelmez. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği üzere, “Siz Allah’ın dinine yardımcı olursanız, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar, sizi kaydırmaz.” (Muhammed sûresi, 47:7) Allah’ın (c.c.) dinine omuz veren ve onun yücelmesini hayatına gaye edinen insanlar, bu ahid ve sözlerinde durdukları müddetçe, “Siz Bana verdiğiniz sözde durun ki Ben de sözümü yerine getireyim.” (Bakara sûresi, 2: 40) ilâhî düsturu muvacehesinde bir muameleye tâbi tutulacak ve Cenâb-ı Hak tarafından korunacaklardır. İşte bu türlü teminatla -inşâallah– ihlâs ve samimiyet içinde, Kur’ân ve iman hizmetinde bulunanlar, büyük günahlara girmez; hatta bazen küçüğünden de korunurlar. Fakat onlar hakkındaki teminat, şart ve takdire bağlıdır. Hiçbir kimse hakkında (peygamberlerin dışında) kesin teminat olduğu söylenemez.”[34]
Hocaefendi’nin bu konudaki bir diğer önemli yaklaşımı da Peygamberimiz’in (sas) mesajıyla insanları buluşturma ideali ile yola çıkanların iradelerinin hakkını vererek “ismet gayreti” içinde sorumluluklarını yerine getirerek çok nezih bir hayat yaşamalarını hedef göstermesidir:
“Bütün mazhariyet ve mükellefiyetlerinin yanında ona emin, sadık ve ismet gayreti içinde olma gibi sorumluluklar da yüklenmiştir. O, Allah’a karşı emin, doğru; insanlara karşı güvenli, mutemet; kendisine karşı sorumlu ve afîf; elinin altındaki her şeye ve herkese karşı da merhametli ve güvenilir olmalıdır” [35]
“Evet, akıl, peygamberlerin masum olmasını gerektirir. Ve yine akıl nebilerin davasını omuzlamayı kendisine şiâr edinen kudsîlerin de ismet ve günahsızlığı gaye-i hayal hâline getirmelerini iktiza eder. Hem öyle iktiza eder ki onlara, günaha girmek Cehennem’e girmekten daha ızdırap verici olmalıdır!..”[36]
Hocaefendi, günah ve hatalara karşı çok ciddi bir tavır sergileyerek onlardan uzak duran Abdulkadir Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi pek çok Allah dostu olduğunu bu konuda Abdurrahman Câmi’nin “Nefehâtü’l-Üns” ve İmam Şârânî’nin Tabakât’ına bakmanın yeterli olacağını da söylemektedir.[37]
Nitekim sofilerin, takva konusundaki hassasiyetini sürdürmesi şartıyla velinin Allah’ın koruması altında bulunacağı yönünde bir yaklaşımları vardır. Velilerin mahfuz olduğuna delil olarak da “Allah, salih kullarının işlerini üstlenir.” (A’raf 7,196) mealindeki âyetle, şeytanın Hakk’ın dostu olan kulları azdıramayacağını bildiren (Hicr 15, 42; Nahl, 16, 99; İsra 17, 65) ve günah işlemekte ısrar etmeyenleri öven (Al-i imran 3, 135) âyetlerini delil olarak zikretmişlerdir.[38]
Hocaefendi, Allah dostları gibi bir hayat yaşamayı hedef göstermenin yanında, kendisi de onlar gibi yaşama hususunda azami hassasiyet göstermektedir. Kendisine, “düz kulluk”tan öte herhangi bir paye ve konum vermemesi de yüceliğin nerede aranması gerektiğinin bir işareti gibidir. O, “Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir.” dedikten sonra, Hz. Mevlâna’dan örnek vermektedir: “Hz. Mevlâna, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:
“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”[39]
İkincisi, takipçilerinin bakışına gelince; onlar, Hocaefendi’nin her meseleyi dinin aslî ve ferî delillerinin süzgecinden geçirerek değerlendirdiğini ve değerlendirilmesi gerektiği konusundaki tahşidatını görmekte ve ona göre hareket etmektedirler. Onlar Hocaefendi’yi, kendini sahabe anlayış ve temsili ile İslam dinini yaşamaya ve yaşatmaya adayan; Peygamberimiz’in mesajının evrenselliğini, zaman ve zemine göre yoruma açık yanlarını çok iyi değerlendiren, başta eğitim faaliyetleri olmak üzere değişik aktivitelerle insanlığa hizmet eden bir ilim, irfan ve aksiyon rehberi olarak görmektedirler. Nitekim, Hocaefendi’nin hayatına yakından şahit olanlar, onun dinin en küçük adabına bile riayet ederek yaşadığını ve yaşanması konusunda da insanlara örnek olduğunu çok iyi bilirler. Onları bir cemaat veya hareket adı altında Hocaefendi’nin düşünce ve aksiyon dünyasında bir araya getiren; ortaya konulan fikir, düşünce, faaliyet ve projelerin makuliyeti, bunların hem dinî kurallara hem de zamanın şartlarına uygun ve aynı zamanda günümüz insanlarının ihtiyaçlarına da cevap veriyor olmasıdır. Hatta değişik dünya görüşlerine ve hayat felsefelerine sahip olan çok sayıda insanı yine Hocaefendi’nin etrafında toplayan da onun hizmetin felsefesinin makuliyetidir. Bu insanlardan bazıları doğrudan eğitim, kültür veya diyalog faaliyetlerinin içinde vazife ve sorumluluk alırken, bazıları da maddî veya manevî olarak bu işlere destek olmuşlardır. Ne acıdır ki Hocaefendi’nin hizmet çizgisine olan bu gönüllü teveccühü hazmedemeyen veya kendi menfaatlerine göre kanalize edip yönlendiremeyenler, teveccüh sahiplerini İslam itikadına aykırı bir inanca sahip olmakla itham etmektedirler.
Bir Müslümanın tadlil ve takfiri ile ilgili olarak İslam Ansiklopedisi’nin “dalalet” maddesine bakalım: “İslâm literatüründe dalâlet, bir tasnife göre nazarî ve amelî ilimlerde olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir. Nazarî ilimlerde dalâlet, itikadî konularda gerçeğe aykırı inançları benimsemek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür dalâlet için “haktan uzak bir sapıklık” (en-Nisâ 4/136) tabiri kullanılmıştır ki bunun inkârdan farklı olmadığı açıktır.”[40]
Görüldüğü gibi “itikadi sapma” inkâr ile eşdeğer bir ifadedir. İnkâr eden küfre girmiş olur. Bir kişi veya grubun küfür ile itham edilmesine de tekfir denilmektedir. Yani Diyanet’in raporunda Hocaefendi ve arkadaşları, erbabının anlayacağı kavramlar kullanılarak tekfir edilmektedir.
Oysa ki İslam alimlerine göre bir müslümanın sözü güzel bir şekilde yorumlanabildiği müddetçe veya dinden çıkıp-çıkmadığında ihtilaf varsa -zayıf bir rivayet bile olsa- onu tekfir etmeye yeltenmemek gerekir.[41] Hocaefendi’nin çevresini sahabe vasıflarına sahip birer mümin olma yolunda teşvik etmesi, nasıl dalalet ya da tekfir sayılabilir? Böyle bir yaklaşımı, TDV İslam Ansiklopedisi’nde yer aldığı gibi, Haricilerin siyasî sâikler ve cehalet nedeniyle Efendimiz’in (sas) gökteki yıldızlara benzettiği ashabını tekfire kalkışmasının dışında açıklayabilecek bir yol bulunabilir mi?
Eğer bir konuda pek çok yön Müslümanın tekfirini gerektiriyor, bir yön de onun tekfirine mâni ise Müfti’ye düşen o kimseyi tekfir etmeyen yönünü esas alarak ona göre hükmetmektir. Zira, Müslüman hakkında hüsnüzan etmesi ve tekfir gibi çok tehlikeli ve mesuliyetli bir yola girmemesi gerekir. Bunun sebebi de küfür ukubette (cezalandırma) son noktadır. Ve işlenen suçun da kesin ve nihaî olmasını gerektirir. Oysaki şek, şüphe ve ihtimalin olduğu bir yerde kesinlik ve nihailik söz konusu değildir.[42] İnsanları küfürle itham etmenin ne kadar mesuliyetli olduğuna ve bu konuda çok hassas davranılması gerektiğine Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin “Tekfir” maddesinde de dikkat çekilmiştir: “100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkan tanıyorsa onun Müslüman olduğuna hükmedilir.”[43]
Ansiklopedinin “Tekfir” maddesinin değerlendirme cümleleri de şu şekildedir: “Siyasî ihtilâflardan kaynaklanıp beslenen tekfir hareketinin öncüleri olan Hâricîler’i takip eden bazı bid’at ehli kelâmcılarının yeterli bilgiye sahip bulunmadıkları, özellikle Resûl-i Ekrem’in uygulamalarını iyi bilmedikleri belirtilmektedir. (İbn Hazm, IV, 237; Gazzâlî, Fayṣalü’t-tefriḳa, s. 95-97). Bu da tekfirin ortaya çıkmasındaki temel sebebin cahillik olduğunu kanıtlamaktadır. Buna siyasî hırs ve menfaat, mezhep taassubu, nefsânî arzulara uyma, dinde aşırılığa kaçma ve katı davranma, mezheplerin yerilmesi veya övülmesine ilişkin uydurma rivayetlere inanma gibi etkenleri de eklemek gerekir.”[44]
Raporun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın emriyle hazırlandığı, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in açıklamaları ile sabittir.[45] Siyasî gücün emriyle Diyanet Kurumu vasıtasıyla hazırlanan bu raporda yüzbinlerce insanın dalalette olduğunun açıktan ilan edilip, dolaylı yoldan da tekfir edilmesi tüyler ürpertici bir mahiyet arz etmektedir.
7. Cinlere talimat verme
Hocaefendi’nin meleklere ve cinlere talimat verdiği iddiası üzerinde 6. Bölüm’de müstakil olarak duruluyor. Burada kısaca değinmek istiyoruz.
Hocaefendi’nin bu konudaki yaklaşımı, öne sürülen iddiaların mesnetsiz olduğunu ortaya koymak için yeterlidir: “Hiçbir peygamber cinleri bir güç olarak kullanma yoluna gitmemiş, irşad ve tebliğ vazifesine onları bulaştırmamıştır. Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) durumu –belki hususiyetlerden dolayı eğer böyle bir istihdam söz konusu ise– istisna teşkil eder. Onun için bu tür meşgaleleri ben şahsen lüzumsuz ve hatalı bulurum.”[46] Hocaefendi bu yaklaşımına hizmet hareketinin en önemli beslenme kaynaklarından biri olan Bediüzzaman Hazretlerini de referans göstermektedir: “Hayatının 28 senesini çeşitli hapishane ve sürgünlerde geçirmiş, melekût âlemiyle olabildiğince münasebeti olan Bediüzzaman Hazretleri’nin, bir tek cin kullandığına dair en küçük emare ve işaret bilmiyoruz. Hâlbuki Hazret isteseydi, cinlerden bir ordu istihdam edebilirdi. Böyleleri için bu kabîl tasarruflar âdiyattandır. Ama o, kesinlikle böyle bir yola tevessül etmemiştir. Kitaplarını akla hayale gelmeyecek ölçüde çile ve ızdırap içinde yazmış ve hakaretlerin her türlüsüne katlanıp onları sineye çekmiştir ama, hiçbir zaman ne hipnozu ne de ruh çağırmayı ve hele cinlerle uğraşmayı kat’iyen denememiştir.”
Hocaefendi’nin devamındaki gayet net şu ifadeleri de rapor yazarlarının iddialarının asılsızlığını ortaya koymaktadır: “Aslında peygamberlere ait irşad ve tebliğ metodunun dışında hiçbir vesile ve vasıta tecviz edilemez. Her konuda olduğu gibi, insanları irşad konusunda da Kur’ân’ın öğrettikleri bize yeter. Böyle nuranî bir nokta-i istinadımız olduktan sonra, koltuk değneğine ihtiyacımızın olmayacağı izahtan vârestedir. Zaten aksi hâlde, böyle bir davranış elimizdeki değerlerin değer ve kıymetini bilmemek olur.”[47]
[1] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 96-98.
[2] Müslim, iman 232; Tirmizî, iman 13; İbn Mâce, fiten 15.
[3] Müslim, taharet 39, Nesâî, taharet 113.
[4] Gülen, Bahar Neşidesi, s. 163.
[5] Ebu Davud, cihad 35.
[6] Gülen, Bahar Neşidesi, s. 155.
[7] Gülen, Fasıldan Fasıla, 2: 90.
[8] Gülen, İrşad Ekseni, s. 23.
[9] Gülen, İkindi Yağmurları, s. 333.
[10] Buhârî, cihad 76; Müslim, fezâilü’s-sahabe 208.
[11] Buhârî, şehâdât 9, fezâilü ashâb 1 ; Müslim, fezâilü’s-sahâbe 210-215.
[12] Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 4: 138-139.
[13] Gülen, Sonsuz Nur, 2: 523.
[14] Gülen, Yol Mülahazaları, s. 147.
[15] Gülen, Zihin Harmanı, s. 38.
[16] Gülen, Cemre Beklentisi, s. 47.
[17] Gülen, Zihin Harmanı, s. 41.
[18] Gülen, İnancın Gölgesinde, 2: 262.
[19] Gülen, Zihin Harmanı, s. 41.
[21] Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 71-77; https://www.herkul.org/bamteli/bamteli-bediuzzaman-pir-i-mugan-ve-diger-mesreplerin-buyukleri/
[22] Gülen, Kırık Testi, s. 100; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 207; Prizma, 4: 148.
[23] Gülen, Sonsuz Nur, 2: 153.
[24] Müslim, fiten 19; Tirmizî, fiten 14; Ebû Dâvûd, fiten 1.
[25] Gülen, Kırık Testi, 1: 83.
[26] Gülen, İrşad Ekseni, s. 23.
[27] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 97-98.
[28] https://nesemat.com/%d8%b1%d8%b3%d8%a7%d8%a6%d9%84-%d8%b9%d8%b1%d8%a8%d9%8a%d8%a9/
[29] Buhârî, enbiyâ 50; Müslim, imâret 44.
[30] Gülen, Fikir Atlası, s. 139.
[31] Gülen, Ümit Burcu, s. 40
[32] Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30; Dârimî, rikak 18.
[33] Gülen, Sonsuz Nur, 1: 467.
[34] Gülen, Sonsuz Nur, 1: 469
[35] Gülen, Sükutun Çığlıkları, s. 40.
[36] Gülen, Sonsuz Nur, 1: 463.
[37] Gülen, Sonsuz Nur, 1: 474.
[38] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Süleyman Uludağ, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Hıfz” maddesi.
[39] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 84.
[40] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yusuf Şevki Yavuz, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Dalalet” maddesi.
[41] İbn Âbidîn, Hâşiyet-i reddi’l-muhtar, 3: 298.
[42] İbn Âbidin, a.g.e, 3: 285.
[43] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Tekfir” maddesi.
[44] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,“Tekfir” maddesi.
[45] Mehmet Görmez, Diyanet Televizyonu, 14 Temmuz 2017. https://www.youtube.com/watch?v=pbaCDJKVgWI&t=21s )
[46] Gülen, Fasıldan Fasıla, 2: 125
[47] Gülen, Fasıldan Fasıla, 2: 125