Raporda tadlile delil yapılmak istenen bir diğer konu da Hocaefendi’nin “Arş” ve “Kürsî” ile ilgili şu ifadeleridir: “Arş ve Kürsî hakkında istifhama müstenid herhangi bir soru sorulmadıkça konuşmamayı tercih ederim. Zira bunları Rabbimin namusu gibi telakki ediyorum. Çok mahrem bir yakınımın iç çamaşırlarından nasıl bahsetmiyorsam, Arş ve Kürsî’den de bahsetmek istemem…” (Gülen, Fasıldan Fasıla 1, Nil Yayınları, İzmir 1995, s. 45). Hocaefendi’nin bu ifadelerinden onun Arş ve Kürsî hakkında özel bilgiye sahip olduğu, bu konuda bildiklerini Rabb’in namusu gibi kabul ederek açıklamadığı ve doğal olarak onu dinleyenlerin, onun yüce bir konumda olduğu hissine kapıldıkları öne sürülmektedir. Hocaefendi’nin Arş ve Kürsî hakkında “Rabb’in Namusu” benzetmesi yapması hakkında “Yüce Allah hakkında böyle yakışıksız bir teşbih yapılması sapkınlıktan başka bir şey değildir.” diyerek, onu dalalete düşmekle itham etmektedirler.[1]
İddialara şu şekilde cevap verebiliriz:
“Rabb’in Namusu” ifadesi hadislerde “gayretullah” olarak geçmektedir. Hocaefendi, arş ve Kürsî’yi anlatırken Allah Teâlâ’nın münezzehiyet ve mukaddesliğinin korunmasının gerekliliğini, hadiste geçen “gayretullah” kelimesinin dilimizdeki karşılığı olan “ilahî namus” ile ifade etmektedir.
1. Kastedilen mana
Hocaefendi, eserlerinde Zat-ı Uluhiyet ile ilgili konuşurken, yazarken çok dikkatli ve hassas olunması gerektiğini “ilahî namusu koruma” tabirleriyle ifade etmektedir. O, bu konudaki bir yazıyı yazarkenki hissiyatını şu şekilde ifade etmektedir: “Bu kelime Cenâb-ı Hak için kullanılır mı, bunlar olur mu, yakışık alır mı?” gibi arayış ve hislerle yanlış yapmaktan korkarak iki büklüm oldum. Sonra çok ağladım odamda.”[2] Hocaefendi, Uluhiyet hakikati ile ilgili konularda, böyle tir tir titreyen bir kalp ve gönül ile çok ciddi bir mesuliyet ve muhasebe düşüncesiyle hareket etmektedir. Bu konuda nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğini de şu şekilde açıklamaktadır: “Aklımızı sonuna kadar kullanırız; muhakememizi işletiriz; tasavvufun, mantığın, tasavvurî mantığın kurallarını çok önemli bir malzeme olarak kullanırız; dilin hususiyetlerine müracaat ederiz; Arap dilinin özelliklerini, Türkçe kelimelerin kullanılış inceliklerini göz önünde bulundurmaya dikkat ederiz ve bir meselede hâlâ ifade zorluğu çekiyorsak işin asıl kaynağına yürürüz; söz kesen olarak Kur’ân’a sığınırız, “Sünnet-i Sahiha”ya sığınırız. İşte, öyle bir sancısı olmayan, ucuzcu bir insan, bazı şeyleri çok rahat yazıp döktürebilir. Fakat ulûhiyet hakikati gibi konularla alâkalı bir şey yazan ciddî insanlar, namus-u ilâhîyle oynama korkusuyla tir tir titremeli ve tek bir uygun kelimeyi bulabilmek için dahi ızdırapla kıvranmalıdır ki işte bu, “fikir çilesi”dir.”[3] Görüldüğü üzere Hocaefendi’nin teşbih, tecsim vs. gibi farklı kayma noktalarının olduğu Arş ve Kürsî konusunda “Rabbimin namusu gibi telakki ediyorum.” demesinin sebebi, bu konunun çok hassas kriterlerle ele alınmasının gereğidir.
2. Allah’ın namusu
“Rabb’in Namusu” ifadesi hadislerde “gayretullah” olarak geçmektedir. En sahih hadis kaynaklarında, Hocaefendi’nin kullandığı bu ifade “gayretullah” kelimesi ile ifade edilmektedir.
إِنَّ اللهَ يَغَارُ وَإِنَّ الْمُؤْمِنَ يَغَارُ وَغَيْرَةُ اللهِ أَنْ يَأْتِيَ الْعَبْدُ مَاحُرِّمَ عَلَيْهِ
“Allah gayret tecellîsinde bulunur, mü’min de gayûr davranır; Allah’ın gayreti kulun işleyeceği haramlara karşıdır.”[4]
Gayret, insanlar için bir kimsenin hanımına bakılması veya bir fiil yapılmasından ötürü kızıp, öfkelenmesi anlamında kullanılırken, Allahu Teala için kullanıldığında ise haram kıldığı fiillerin irtikap edilmesinden ötürü gazaplanması manasınadır.[5] Yani gayret kelimesi, Türkçe ifadesi ile kişinin namusuna çok düşkün olması anlamına gelse de Cenab-ı Hak için kullanıldığında onu mukaddes ve münezzeh bir mânâda anlamak gerekir.
Hocaefendi’nin hadiste geçen “gayretullah” kelimesinin anlamı ve kullanım yerleri ile ilgili yaklaşımı İslam âlimlerinin yaklaşımı çizgisindedir. Onun bu konudaki ifadesi şu şekildedir: “Hadiste geçen “gayret”; çalışıp-çabalamak, ırz, namus, şeref ve itibarın korunması konusunda hassas davranmak manalarına gelmektedir. Allah hakkında kullanıldığında da mukaddes ve münezzeh ilâhî gayretin ifadesi olan yasaklara karşı duyarlı olmayı ifade eder.”[6] Türkçe’de bunu “İlahi namus, Rabbin namusu” diye ifade etmek, kestirmeden bir anlatım şeklidir.
Bu itibarla Hocaefendi’nin “Rabb’in Namusu” ifadesini yadırgayanlar, hatta ondan dalalet çıkarmak isteyenler, hadiste geçen ve dünden bugüne İslam alimleri tarafından kabul edilen bir anlayışı tadlil etmiş olmaktadırlar.
3. Arş ve Kürsî
Hocaefendi’nin “Arş” ve “Kürsî” ile ilgili yazılarına bakıldığında onun ‘ilahî namusu koruma hassasiyeti’ ile ne kastettiği anlaşılır. Hocaefendi, ilgili yazısında; “Arş’ı, kinâî olarak, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin ilk tecellî ufku şeklinde yorumlamanın daha uygun olacağını söylemeden edemeyeceğim; zira böyle bir yaklaşımda Allah’ın hayyiz ve mekân mülâhazalarından münezzehiyeti de ifade edilmiş olmaktadır. “Arş’a istivâ” sözü bir hakikat-i mübhemedir; yoksa, Hakk’ın ne Arş’ta oturması ne de kurulması söz konusudur.” diyerek bu konudaki yaklaşımını gayet net olarak ortaya koymuştur.[7]
Diğer taraftan da “Arş”ın özellikleri ile ilgili olarak “Bütün bunları tam idrak edemesek de Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’nın haber verdiği çerçevede onun mevcudiyet ve fonksiyonlarına inanır; hakikatini kavrayamayacağımız itirafında bulunur ve mahiyet-i nefsü’l-emriyesini Hazreti Allâmü’l- Guyûb’a havale ederiz.”[8] diyerek bu konudaki inanç ve kanaatini ortaya koymaktadır.
Hocaefendi, “Kürsî”yi de aynı hassasiyet ekseninde ele almaktadır: “Kürsî ise bir mânâda O’nun emirlerinin tecellî ve tenfiz mahallidir ve bizim için arka planları kavranamayan nâkabil-i idrak hakikatlerden bir hakikat ve hayret duygularımızı tetikleyen bir muallâ duraktır. Şimdiye kadar onunla alâkalı pek çok şey ifade edilmiş ise de bu yorumların hiçbirinin onun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini aksettirdiği söylenemez. Söylenenler yanlış değildir ve idlâl ifade etmemektedir. Ama murad-ı ilâhî açısından, o hakikat-i uzmâya “delâlet-i bi’lmutabaka” ile delâlet ettiği de iddia edilemez.”[9]
Konuşmada geçen ve raportörler tarafından tenkit edilen “Çok mahrem bir yakınımın iç çamaşırlarından nasıl bahsetmiyorsam, Arş ve Kürsî’den de bahsetmek istemem” ifadesinde vech-i şebeh, yani benzetmedeki ortak nokta mahrem olan bir şeyin uluorta konuşulmamasıdır. Teşbihte, “vech-i şebeh,” yani benzeme yönü dışındaki diğer unsurlar arasında benzerlik aranmaz. Bu kural belâgat ilminde açıklandığı üzere, benzetmeye dayalı ifadelerde -istiare, mecaz ve kinaye gibi- temel ilkedir. Rapor yazarları ifadelerin zahirini esas alıp, ya birebir eşleşme olduğunu düşünmekte ya da propaganda amaçlı kasıtlı bir çarpıtma ile metni tahrif etmekte sakınca görmemektedirler.
Netice itibariyle Hocaefendi’nin Arş ve Kürsî ile ilgili yaklaşımlarını bütünlüğünden koparıp onun eserlerindeki “münezzehiyet” vurgusu yapan ifadelerini görmezden gelmek, üstelik en sahih hadislerde geçen bir ifadeyi kullanmasından dalalet çıkarmaya çalışmak anlaşılır gibi değildir. Bir insanı tadlil edebilme adına, onun Sünnet kaynaklı mecazî ifadelerine yapışmanın ilimle bağdaştırılacak bir tarafı olmasa gerek. Diğer taraftan İslam’ın kalp ve ruh hayatına ilişkin tecrübeleri nakleden eserlere müracaat edilirse, Arş ve Kürsî’yle ilgili onlarca benzer mülahaza bulunabilir. Rapor yazarları diğer iddialarında olduğu gibi bu iddiasında da İslam tasavvuf disiplinini yok saymış ve tasavvufî geleneğinin en temel eser ve kriterlerini dahi göz ardı etmiştir.
9. Ulûhiyyet Sırları
Rapor yazarları Hocaefendi’nin Fatiha Üzerine Mülahazalar isimli eserinden şöyle bir alıntı yapıyor; “Öyle ise insan ma’rifetiyle kemal ufkuna çıkacak, uluhiyyet sırlarını hâvî ufka ulaşacak, imkânla vücub arasındaki yerini elde ettikten sonra da dönüp geriye gelecek ve “Ben ilah değil, kulum” diyecektir…” (Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, Nil Yayınları, İstanbul, 2011, s. 29). Bu iktibasa dayanarak şu iddialarda bulunuluyor: “İslam’a göre bir insan ne kadar yüksek manevî mertebelere erişirse erişsin “ulûhiyyet sırlarını hâvî ufka/Yüce Allah’ın sırlarının bilinebileceği sınıra” ulaşması mümkün değildir. Zira Yüce Allah; “O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği resûller başka. (Onlara bildirir).” buyurmaktadır. (Cinn, 72/26-27). Peygamberler de Allah kendilerine ne kadar bildirmişse o kadarını bilebilir. Dolayısıyla kulun ulûhiyyet sırlarını hâvî ufka ulaşmasından söz etmek ve cemaate bu sınırı ulaşılabilecek bir hedef gibi sunmak, üstelik güya bu sınıra ulaşıp geri dönmüş olanlara, “Ben ilah değilim, kulum.” dedirtmek, İslam’ın Allah ve kul tasavvuru ile bağdaşması mümkün olmayan bir söylemdir. Peygamber Efendimiz’in (sas) Mirac hadisesinde Allah ile görüşmesini izah sadedinde kullanılan bir yorumda bu özel görüşmenin “imkân ile vücub arasında bir makamda” vuku bulduğu ifade edilmektedir. Bu yorumdaki imkân, yaratılmışları; vücub ise Yaratanı temsil eder. Böylece insan ile ilah arasında yeni bir varlık formu oluşturulmaktadır. Bu söylemin, Gülen’in kitaplarında ve konuşmalarında Yunan mitolojisinden devşirdiği yarı tanrı yarı insan Herkül figürüyle benzeşmesi son derece dikkat çekmektedir. O, bu yorumu kullanarak miraçtaki gibi bir görüşmenin diğer insanlar için de mümkün olabileceğini iddia etmektedir. Tabi bunu söylerken her zamanki gibi zımnen kendisini kastetmektedir.”[10]
Buradaki iddialara maddeler halinde cevap vermeden önce altını çizmek gerekir ki Hocaefendi’nin miraçta Peygamber Efendimiz’in (sas) ulaştığı nihaî noktayı ifadede kullandığı “imkân ve vücub arası” tabiri Bediüzzaman Hazretleri’nin Miraç Risalesi’nde ortaya koyduğu bir yaklaşımdır. Ayrıca Hocaefendi’nin, “Öyle ise insan ma’rifetiyle kemal ufkuna çıkacak, uluhiyyet sırlarını hâvî ufka ulaşacak, imkânla vücub arasındaki yerini elde ettikten sonra da dönüp geriye gelecek ve “Ben ilah değil, kulum” diyecektir” ifadelerinde kastettiği insan, Peygamber Efendimiz’dir. Öyle görünüyor ki Rapor yazarları art niyetli yaklaşımlarıyla meseleyi temelden yanlış ele almışlardır.
1. Metni bağlamından koparma ve yanlış çıkarımlar
Hocaefendi, alıntı yapılan yerin öncesinde Kur’an’ın bir diğer isim ve özelliğinin “Furkan” olduğundan bahsediyor: “Furkân, farkı anlatır. İnsan, hâlık (yaratıcı) değildir. Bu itibarla Allah’a kulluk yapacaktır.” dedikten sonra iddialara kaynak gösterilen ifadelerini seslendiriyor. Bu sözlerinin devamında da kullukta denge adına çok önemli bir noktaya vurgu yapıyor: “İnsan bir tarafıyla Kur’an’a, diğer tarafıyla da Furkân’a yapışmaya ve hem de Furkân’da Allah’ı anlamaya çalışmalıdır ki o makamını, ubûdiyet (kulluk) yoluyla kazanabilsin. Yoksa tek yönlü çalışma ve gayret, insanı böyle bir ulu makama yükseltemez.”[11] Hocaefendi, bu ifadeleriyle insanın manevî yükselişinde, Kur’an’a muhatap olmada, onu anlamada ve Allah’ın yaratıcı, kendisinin ise O’nun bir kulu olduğunu asla unutmaması gerektiğine vurgu yapıyor. Zira yer yer tasavvuf tarihinde görüldüğü üzere manevî yükselişlerde bu farka riayet edilemeyerek şathiyatlara girildiği de söz konusudur. Nitekim, Hocaefendi eserlerinde dengenin korunamayarak şathiyata girildiği üzerinde durmuş, Hallac’ın “Ene’l-Hak”, İbn-i Arabi’nin “Kul Rab, Rab de kuldur: ah bir bilseydim mükellef kim” gibi istiğrak ve cezbe halinde söylenmiş sözlerinin zahir-i şeriatin kurallarına ve dinin ruhuna ters birer aritmi olduğuna vurgu yapmıştır.[12] Rapor yazarları Hocaefendi’nin cimlelerini bütünlüğünden koparıp çarptırarak Peygamber Efendimiz’e özel olan miraç mucizesini herkesin gerçekleştirebileceği gibi çok tuhaf bir ithamda bulunmuşlardır. Hocaefendi, Kur’ân’ın “Furkan” ismi münasebetiyle çok kısa temas edip geçtiği miraç ve onun tasavvufta ifade ettiği manayı başta Kalbin Zümrüt Tepeleri (4 cilt) olmak üzere pek çok eserinde detaylı bir şekilde ele almıştır. Raporu hazırlayanların en azından Hocaefendi’nin bu konu ile ilgili “Kabe kavseyn ev Edna”[13], “Fenâ fillah”[14], “Bekâ Billâh”[15], “İnsan-ı Kâmil”[16], “Sıfat-ı Sübhâniye”[17] gibi makalelerine bakmaları gerekirdi. Konunun tafsil edildiği yerlere bakmadan, dolaylı olarak bahsedildiği bir metinden cımbızlayarak dalalet çıkarma teşebbüsü ilmi disiplinlere, hakperestliğe ve insafa sığmaz. Böyle bir tutum ne kadar ön yargılı hareket edildiğini göstermektedir.
2. Miracın mânâsı
Hocaefendi’in miraçta Peygamber Efendimiz’in ulaştığı noktayı ifadede kullandığı “imkân ve vücub arası” tabiri, bahsi geçtiği gibi, Üstad Bediüzzaman’a ait bir nitelemedir. Kur’an’da Peygamber Efendimiz’in miraçta ulaştığı noktayı ifade eden “kabe kavseyn ev edna”[18] ifadesi, Üstad Bediüzzaman tarafından “imkân ve vücub ortasında” bir makam olarak yorumlanmaktadır: “Bütün kâinattaki makasıd-ı ulyâ ve netâic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezâif-i ubudiyetlerini görmekle Zât-ı Kibriyânın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o Zâtın marziyâtı ne olduğunu anlamak ve Onun saltanatına dellâl olmak için, alâküllihal, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ, daire-i âzamiyesinin ünvanı olan Arş-ı Âzamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyne, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir ki şu seyr ü sülûk ise Miracın hakikatidir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz, 2. Esas) İnsan, Rapor yazarlarının Bediüzzaman’a ait bir yaklaşımı, kaynağını bilmeden Yunan Mitolojisi’ne dayandırmaya çalışmalarını anlamakta gerçekten zorlanıyor. Rapor yazarları bu ithamıyla, tasavvuf literatüründe ‘Hakikat-i Muhammediyye’ olarak geçen kavrama yüklenen mânâları da “Yunan mitolojisinin bir bakiyyesi” olarak nitelemiş olmuyor mu? Oysa belirli bir kasıt ve şartlanmışlığın dışında hiçkimse, Hakikat-i Muhammediye’ye Yunan mitolojik tanrı tasavvuru şeklinde bakmaz. Öyle anlaşılıyor ki Rapor yazarları Hocaefendi’yi eleştirelim derken, farkında olmadan şuuraltı müktesebatlarını ortaya döküyorlar.
3. Alıntıya kastedilmeyen anlam yüklemek
Hocaefendi’nin, “Öyle ise insan ma’rifetiyle kemal ufkuna çıkacak, uluhiyyet sırlarını hâvî ufka ulaşacak, imkânla vücub arasındaki yerini elde ettikten sonra da dönüp geriye gelecek ve “Ben ilah değil, kulum” diyecektir…” sözleriyle kastettiği, Peygamber Efendimiz’dir.
Bu raporun Hocaefendi’nin yazılı ve sözlü eserleri incelenerek hazırlandığı iddialı bir şekilde vurgulanıyor. Halbuki, Hocaefendi’nin eserlerine bakıldığında, Mirac’ın sadece Peygamber Efendimiz’e has bir mucize olduğunu pek çok yerde vurguladığı görülmektedir. Kur’an’ı Kerîm’de Peygamber Efendimiz’in miracı, “İki yay aralığı kadar ya da daha yakın”[19] ifadesiyle anlatılmaktadır.
Hocaefendi, bu payenin sadece Peygamber Efendimiz’e mahsus olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “İmkân-vücub arası bir nokta sözcüğüyle ifade edebileceğimiz “ev ednâ”ya gelince o, tamamen Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a mahsus bir pâyedir.”[20] “Ruh ve cesetle miraç yapmak, sadece Efendimiz’e nasip olmuştur. O işin eri ve o yolun şehsuvarı, O’dur.”[21]
Hocaefendi, Peygamber Efendimiz’i anlattığı “Ve Gaybın Son Habercisi” isimli makalesinde de miracın Peygamber Efendimiz’e özel olduğunu farklı bir üslup ile seslendirmektedir: “Gökler velîmesine çağrılan Hakk’ın özel davetlisi O’ydu; herkesin gözünü diktiği “Kâb-ı Kavseyn”e uğrayıp geçen de yine O’ydu.”[22]
Bunun yanında tasavvufta üzerinde durulduğu üzere “seyr-i süluk,” yani vuslat yolculukları, manevî terakkiler Peygamberimiz’in (sas) miracının gölgesinde ve izdüşümünde yapılmaktadır. Nitekim bu hususu Bediüzzaman şu şekilde ifade etmektedir: “Bütün evliyanın sultanı olan Resûl-u Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) yalnız kalbi ve ruhuyla değil, hem cismi hem his ve duyuları hem de latifeleriyle, kırk sene yerine kırk dakikada, veliliğinin büyük kerameti olan Mirac ile geniş bir cadde açarak iman hakikatlerinin en yüksek mertebelerine ulaşmış… Mirac merdiveniyle Arş’a çıkmış… “Kâb-ı Kavseyn” makamında, iman hakikatlerinin en büyüğü olan “Allah’a iman” ve “ahirete iman”ı bizzat gözüyle görmüş… Cennete girmiş, ebedî saadete şahit olmuş… Ve Mirac kapısıyla açtığı o geniş caddeyi öyle bırakmıştır. Ümmetin velileri seyr u sülûk ile –derecelerine göre– ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mirac’ın gölgesinde gidiyorlar.”[23]
Nitekim Hocaefendi de Bediüzzaman’ın bu yaklaşımını şu şekilde ifade etmektedir: “Asliyet ve külliyet planında varlığı hilkatin gayesi Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait bir hususiyet; zılliyet ve cüz’iyet planında da derecelerine göre O’nun mişkât-i nübüvveti altında yolculuk yapan seyr-i ruhanî erbabına bir fazl-ı ilâhîdir.”[24] Bediüzzaman’ın ve Hocaefendi’nin ifade ettiği bu yaklaşım tasavvufun en temel konularından biridir.
4. Miracın gölgesinde manevî yolculuk
İslam’ın kalp ve ruh hayatını temsil eden tasavvufta seyr u sülûk, yani manevî yolculuk ve terakki Peygamber Efendimiz’in (sas) miracının gölgesinde yapılmaktadır. Sofîler, Allah Resulü’nün miracını bütün detaylarıyla etüt etmiş ve buradan kendi manevî yolculukları ile ilgili usul ve kaideler çıkarmışlardır. Tasavvufta “insan-ı kâmil” denince ilk önce Peygamber Efendimiz (sas) anlaşılır. Peygamberimiz’den (sas) sonra da O’nun çizgisinde hareket eden mukarrabin ve ebrar gelir. Tabii bu, Peygamberimiz’e özel olan miraç mucizesini gerçekleştirmek mânâsına değildir; Kudret’in âdiyat üstü tasarrufları müstesna, herkesin kemalat ufku kendi istidadına vabestedir. Zaten tasavvufun temel konusu da Peygamber Efendimiz’in miracının rehberliğinde manen terakki etmektir.
Tasavvuf büyükleri, beden ve ruh ile birlikte miraç yapmanın sadece Peygamber Efendimiz’e (sas) mahsus olduğunu vurgulamanın yanında velilerin de kendi istidat, kabiliyet ve donanımları ölçüsünde miraç yapabileceği üzerinde durmuşlardır.[25] Hücvirî, sûfînin miracı duyup hissedebileceğini, kalbine miraç bilgisinin nakşedilmesinin mümkün olduğunu ifade etmiştir. Bunun yanında bir yere fikriyle ulaşan kimseyle bizatihi bedeniyle ulaşan kimsenin farklı olduğuna vurgu yaparak, Peygamber Efendimiz’in (sas) miracının hususiyetini ifade etmiştir.[26] Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de tarikatin gayesinin marifet ve imani hakikatlerin inkişafı olduğunu söylemiş ve ve bu inkişafın “Mirac-ı Ahmedînin (sas) gölgesinde kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde zevkî ve hâlî” olarak gerçekleştiğini ifade etmiştir.[27]
Hocaefendi de Peygamber Efendimiz’in (sas) miracını ve bunun tasavvufta ifade ettiği manayı eserlerinde gayet açık ifade etmiştir: “Miraç; asliyet ve külliyet planında varlığı hilkatin gayesi Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait bir hususiyet; zılliyet ve cüz’iyet planında da derecelerine göre O’nun mişkât-i nübüvveti altında yolculuk yapan seyr-i ruhanî erbabına bir fazl-ı ilâhîdir.”[28]
Hocaefendi, beden ve ruhun birlikte gerçekleştirdiği miracın Peygamber Efendimiz’e (sas) mahsus bir mucize olduğunu, onun çizgisinde gidenlerin ise sadece kalp ve ruh ufkunda bir miraç yapabileceklerini şu şekilde ifade etmiştir: “Tasavvuf kitaplarında kavs-i uruc, kavs-i nüzul veya arşiye-ferşiye diye velilerin ruhlarında ve gönüllerinde yaptıkları seyahat, Resûl-i Ekrem’in hayatında ruhuyla ve cismiyle bu şekilde gerçekleşmiştir.”[29] Tasavvufta üzerinde durulduğu üzere Peygamber Efendimiz’in rehberliğinde kalp ve ruh ufkunda miraç, her mümin için açık bir yoldur. Bunu kabul etmemek İslam tasavvufunu reddetmek manasına gelmektedir.
5. Kur’an ve Sünnet kaynaklı tasavvuf
Hocaefendi, tasavvufun Kur’an ve Sünnet kaynaklı olduğunu “Menşei İtibariyle Tasavvuf” makalesinde gayet net ifade etmiştir. Fıkıh, hadis, tefsir ve kelam gibi temel İslamî ilimlerin tespit ve tedvinini ifade ettikten sonra tasavvufun Kur’an ve Sünnet kaynaklı olduğunu şu şekilde vurgulamaktadır: “Bu arada, Hakikat-i Ahmediye’nin ruhanî yönüne daha fazla ihtimam gösteren mutasavvıfîn de yine aynı kaynaklara dayanarak, tasavvufla alâkalı gerçekler üzerinde durup, insanın özü, varlığın esası ve mâverâsı, insan ve kâinatın mahiyet ve iç yüzleri gibi konuları işleyip sürekli nazarları eşyanın perde arkasına çevirmeye çalıştılar; çalıştı ve tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin içtihad ve istinbatlarına; kendi riyâzâtlarını, ruhî hayatlarını, kalbi tasfiyelerini, nefsi tezkiyelerini, hâsılı, dini bir bütün hâlinde duyma, yaşama zevk ve anlayışlarını da ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler.”[30]
Diğer taraftan Hocaefendi, tasavvufun Yunan ve Hint mistisizminden, mitolojisinden de farklı olduğunun altını çizmektedir: “İslâm’ın zuhurundan evvel, Yunan ve Hint filozofları da tasfiye yolunda yürümüş ve sofîlerin yaptıklarına benzer mücahedede bulunmuşlardı ama; bu iki yol, öz ve esas açısından birbirinden çok farklı şeylerdi. Bir kere sofiye, tasfiyesini, zikir, ibadet ü taat, nefis muhâsebesi, tevazu ve mahviyet esaslarına bağlı olarak gerçekleştiriyor, sonra da âhir ömrüne kadar bu çizgisini korumaya çalışıyordu. Eğer filozofların tasfiyesine de tasfiye denecekse, o “keyfemâyeşâ” bir tasfiye idi.. bu tasfiyenin içinde ibadet ü taat, nefis murâkabesi, tevazu ve mahviyet bulunmadığı gibi, hemen her zaman gaflet ve benliğin küstahlaştırılması söz konusu idi.”[31]
Bütün bunlarla birlikte Hocaefendi, değişik milletlerde ve Yunan mitolojisindeki Zeus, Herkul, Afrodit gibi insanlara uluhiyet özelliklerinin verilmesinin Allah’a şirk koşma olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir.[32] İşin doğrusu böyle iken, raporu hazırlayanların herhangi bir delil ileri sürmeden Hocaefendi’nini miracı Yunan mitolojisine dayandırdığını iddia etmeleri, daha doğrusu böyle bir iftiraya başvurmaları anlaşılır gibi değildir.
6. Kalp ve ruh ufku
Hocaefendi, cami kürsülerinde, minberlerde, konferans ve röportajlarında, soru-cevap şeklinde halka hitap ettiği daha başka platformlarda insanlara sürekli, Peygamber Efendimiz’in (sas) çizgisinde, O’nun miracının gölgesinde İslam’ın kalp ve ruh hayatını yaşamayı hedef göstermiştir. Bir İslam âliminin, bir hatibin bunları anlatması misyonunun gereğidir. Üstelik Hocaefendi’nin yazılı ve sözlü eserleri baştan sona analiz edildiğinde açıkça görüleceği üzere o, kendisine düz kulluğu bile çok gören, her tür iddiadan uzak duran, mütevazi ve alçakgönüllü bir insandır. Onun genel düşüncelerine ve hayat tarzına bakanlar, rapor yazarlarının bu ağır iddia ve ithamlarıyla ilişkilendirilebilmesinin mümkün olmadığını göreceklerdir.
Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz’i medh ü sena makamında söylediği sözleri, “Tabi bunu söylerken her zamanki gibi zımnen kendisini kastetmektedir’’ şeklinde bir yorumla tahrif etmek niyet okumak ve zan üzerine hüküm bina etmektir. Akademik bir çalışmada, hele akide konularında zımni manalar aranmaz. Bu temel kural hem objektiflik hem de ilmi bir çalışma için zaruridir. Dolayısıyla rapor yazarlarının bu ifadelere dayanarak herhangi bir mümini dinden çıkmakla suçlamaları Ehl-i Sünnet’in temel akide ve esaslarıyla çelişmektedir. Ayrıca bu raporun, ilmî kriterler yerine başka kaygılar ve manipülatif yöntemlerle hazırlandığını da ispat etmektedir.
10. Allah’ın planına muttali olunabilir mi?
Rapor yazarları, Hocaefendi’nin 06.09.1978 tarihinde yaptığı kader konulu bir vaazından yola çıkarak onun, kaderin ve Allah’ın planının insanlar tarafından bilinebileceğini iddia ettiğini öne sürmektedirler. İddialara delil olarak alıntı yapılan kısım şöyle: “Nice kem talih kimseler vardır ki bîhayat yaşarlar. Yaşarlar da hayatlarında vicdanlarında kaderin sırrını bilemezler. Talihsiz kimselerdir. Yapacakları şeyi yapmadan evvel ilmî plana, Allah’ın planına muttali olamayan gözü körler vardır.” (Kader-1, dk. 23:42)
Rapora göre Hocaefendi şu iddiaları öne sürmektedir:
1. “Bazı kimseler Allah’ın planına muttali olabilir, kaderi bilebilir.”
2. “Bu plana muttali olamayanlar ise talihsiz kimselerdir.”
Raportörlerin kendi iddialarını şu şekilde temellendirdikleri görülmektedir: “Kulun bilgisi ise sınırlıdır. Gelecekte meydana gelecek hadiseleri Allah Teâlâ’nın muttali kıldığı peygamberler dışında hiç kimsenin bilmesi mümkün değildir.” (Cinn, 72:26-27). Bu itibarla kaderi, kulun bilebileceği bir alan olarak sunmak İslam’ın kader anlayışına aykırı olduğu gibi kaderi bilmemeyi talihsizlik ve gözü körlük olarak nitelemek talihsizliğin ta kendisidir. Nitekim Kelam âlimleri kaderin, Allah’ın mahlûkatı üzerindeki sırrı olduğunu, O’nun izni dışında ne mukarreb meleklerin ne de herhangi bir peygamberin ona muttali olabileceğini belirtmektedirler. Öte yandan onlar, kadere vâkıf olunabileceğini iddia etmenin, hızlân (Allah’ın yardımsız bırakması), hirmân (hak yoldan ve her türlü hayırdan mahrum kalma) ve tuğyan (günahta ısrar ederek azgınlaşma) sebebi olacağını ifade etmişlerdir.” (Bâbertî, Şerhü’l-‘Akîdeti’t-Tahaviyye, s. 84)[33]
Diğer tüm iddialarda olduğu gibi, Hocaefendi’nin kaderle ilgili alıntı yapılan konuşması da bütünlüğü içinde değerlendirilseydi, öne sürülen iddiaların yersizliği gün gibi ortaya çıkardı. Şimdi metinlerin bağlamlarından kopararak sapkınlık icad eden, Hocaefendi’den önce söylenmiş sözleri ilk o söylemiş gibi gösteren, İslam âlimlerinin eserlerini referans gösterirken bile çarpıtma yapmaktan çekinmeyen rapor yazarlarının iddialarına cevap vermeye geçiyoruz.
1. Metin tahribi ve çarpıtma
Hocaefendi, İslam’ın kader inancını anlattığı bu vaaz serisinde iki çeşit kaderden söz ediyor. Bunların ilki, kâinatta umumen (genel manada) câri olan cebri kaderdir. Bunda insan iradesi nazar-ı itibara alınmamıştır. Suların akıp gitmesi, güneşin dönmesi, insanın boy ve rengi gibi fizikî özellikleri bu cümledendir. Kâinatta veya insan üzerinde cereyan eden bu tür hadiselerin gerek meydana gelmesinde, gerekse değiştirilmesinde insan iradesinin bir rolü yoktur.
Hocaefendi, ikinci kader anlayışıyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor: “Sevaba ve hataya medar olabilecek meseleye gelince, o sizin iradenizdir. Onu sizin davranışlarınızda aramak lazım. Öyleyse irade ancak insan bahis mevzuu olduğu zaman söz konusu olur. İnsanı düşünmediğiniz zaman kaderi de düşünmemiz adeta yersiz ve abes olur. İnsan her şeye bir revnak katmış. İnsan sayesinde kainattaki cebrilik ve insandaki iradeye ehemmiyet verme meselesi anlaşılır hale gelmiştir.” O, bu sözleriyle sadece insan iradesinin önemine dikkatleri çekmemekte, temsil ettiği Hanefi-Mâturîdi geleneğin de kader ve irade konusuyla ilgili en ince çizgilerini Kur’an ve Sünnet çerçevesinde resmetmektedir. Hocaefendi konuya şu şekilde devam etmektedir: “Kader, bir kısım safdil kimselerin zannettikleri gibi insanın işlediği günahlara menat ve medar olsun diye değildir. Kader, mücrimin, âsinin, tâğinin, işlerini havale edeceği bir mazeret mesnedi değildir. Kader, vicdanî ve hâlî bir meseledir.”
Görüldüğü gibi Hocaefendi burada kaderle ilgili yanlış anlaşılmalara da dikkat çekerek konunun ciddiyetini açıkça vurguluyor. Vicdani ve hâli bir mesele olması cihetiyle de insanların bunu ancak kendi derinlikleri ölçüsünde anlayabileceklerine işaret ederek bir anlamda yanlış anlamalar ve suistimallerin de bundan kaynaklandığını söylüyor. “Bizler sadece inanmamız gerektiği için inanıyoruz. Sonra vicdan bunu geliştirip, inkişaf ettiriyor. Her insan kendi ruh haletine ve anlayış seviyesine göre bunu biliyor, duyuyor, hissediyor ve inanıyor.”[34] Hocaefendi, bu cümlelerden sonra, değiştirilerek alıntı yapılan ifadeleri kullanıyor. Biz, vaazdaki ifadeleri aynen buraya yazıyoruz: “Nice kem talih kimseler vardır ki bîhayat yaşarlar. Yaşarlar da hayatlarında vicdanlarında kaderin sırrını bilemez ve bulamazlar. Talihsiz kimselerdir. İcraatlarının ve işlerinin verasında icraat-ı ilahiyi göremezler. Yapacakları şeyi yapmadan evvel ilmî plâna, Allah’ın plânına muttali olamayan körler vardır. Bütün bir hayat boyu hiç bir şey anlamadan yaşarlar.”
Hocaefendi, bu ifadelerin devamında tekrar, “Kader, vicdanî ve hâlî bir meseledir. Kul meseleye ittila peyda edince bütün meselelerini Allah’a verir. Allah yapıyor.” diyor. “Sizi de işinizi de Allah yaratıyor.”[35] âyetini hatırlattıktan sonra şu izahı yapıyor: “Sizin fiilleriniz, yemeleriniz, içmeleriniz, yatmalarınız, kakmalarınız, konuşmalarınız, düşünmeleriniz Allah tarafından yaratılıyor. Yaratılmış şey adına ne varsa hepsi Allah’ın mahlukudur.”[36] Alıntı yapılan yerde serrişte edilen ifadelerin doğru anlaşılması için Hocaefendi’in şu ifadesini de ekleyelim: “Sizi de işinizi de yaratan Allah’tır” (Saffat, 37/96). İşte müntehi bunu açık görür. Sizin çıplak gözle gördüğünüz gibi vicdani sülükunu tamamlamış hali belli bir seviyeye ulaşmış insan bunu güneşi görüyor gibi görür. Mübtedi de bunu görmeye çalışır, gayret eder. Hâlî, vicdânî mesele…”[37]
İddialara delil olarak alıntı yapılan yeri, öne sürülen görüşlerin tutarlı olup olmadığının anlaşılması için öncesi ve sonrası ile naklettik. Hocaefendi, kaderin iman esaslarından birisi, vicdanî ve hâlî bir mesele olduğunu ve değişik seviyelerde vicdanlarda hissedildiğini anlatıyor. Vicdanında her şeyin Allah’ın takdir ve planına göre olduğunu duyup, hissetmeyenlerin bir körlük içinde olduğunu söylüyor. Devamında yine aynı vurguyu yaparak her şeyin Allah’ın takdiri, planı ile yaratıldığını, bunun da inanan insanların vicdanında duyulup, hissedilen hâlî ve vicdânî bir mesele olduğunu bir kere daha hatırlatıyor.
Hocaefendi’nin yaklaşımı bu şekilde iken onun ifadeleri bütünlüğünden koparılarak, cımbızlanarak şu cümle alınıyor: “Nice kem talih kimseler vardır ki bîhayat yaşarlar. Yaşarlar da hayatlarında vicdanlarında kaderin sırrını bilemezler. Talihsiz kimselerdir. Yapacakları şeyi yapmadan evvel ilmî plana, Allah’ın planına muttali olamayan gözü körler vardır.” Rapor yazarlarının bağlamından kopararak aldıkları bu ifadeye göre Hocaefendi, Allah’a mahsus olan mutlak gaybın bilinebileceğini söylemiş ve bunu bilmeyenlerin ise talihsiz, kem talih ve gözü kör olduğunu iddia etmiş. Oysaki Hocaefendi, her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğunu, yani kadere imanı bir müminin vicdanında duyması gerektiğini anlatıyor.
Raporu hazırlayanların yaptığı alıntıda almadıkları yeri görmek ve mânânın nasıl değiştirildiğini anlamak için iki ifadeye beraber bakalım. Bu rapordaki metin;
“Nice kem talih kimseler vardır ki bîhayat yaşarlar. Yaşarlar da hayatlarında vicdanlarında kaderin sırrını bilemezler. Talihsiz kimselerdir. Yapacakları şeyi yapmadan evvel ilmî plana, Allah’ın planına muttali olamayan gözü körler vardır.”
“Nice kem talih kimseler vardır ki bîhayat yaşarlar. Yaşarlar da hayatlarında vicdanlarında kaderin sırrını bilemez ve bulamazlar. Talihsiz kimselerdir. İcraatlarının ve işlerinin verasında icraat-ı ilahiyi göremezler. Yapacakları şeyi yapmadan evvel ilmî plâna, Allah’ın plânına muttali olamayan körler vardır. Bütün bir hayat boyu hiçbir şey anlamadan yaşarlar.”
İki metin karşılaştırıldığında metinden çıkarılan ve eklenen kelime ve cümlelerle anlamın nasıl tahrif edildiği açıkça görülecektir. Hocaefendi, açıkça vicdanî bir duyuş ve sezişi kastettiği halde, raportörler tarafından ısrarla ilmen bilme, kader defterlerini görme anlamını kastettiği iddia edilmiştir. Bu maksatla metne orijinalinde olmayan ‘’gözü’’ kelimesini ilave etmekten bile çekinmemişlerdir. Kısa bir metinde arada köprü gibi olan ve metni doğru anlamamızı sağlayacak anahtar konumundaki ‘İcraatlarının ve işlerinin verasında icraat-ı ilahiyi göremezler’’ cümlesi metinden çıkarılmıştır. Bu tahriflerle bile olmasını arzu ettikleri anlama ulaşmaları oldukça zordur. Metnin bütünlüğüne bakınca ne kast edildiği açıktır. Metinde kadere imanın hayat felsefesi haline gelmesi, insanın her halinde ve her işinde Allah’ın bildiği ve gördüğü mülahazasını hatırından çıkarmaması vurgulanmaktadır.
Diğer taraftan Allah’ın varlık düzenine ve tabiata vaz ettiği birtakım kanun ve prensipleri vardır. Bunlar da Kur’an’da “sünnetullah” olarak zikredilir. Ve Kur’an mü’minleri varlık düzenindeki bu yasalar ve icraat-ı sübhaniyenin tecellileri üzerinde düşünmeye, inceleme ve araştırma yapmaya davet eder. Dikkat ve derin tefekkürle insan, var oluş dünyasında icraat-ı sübhaniyenin hikmet ve esrarından bazılarına açılabilir. Onları takip ettiğinde var oluştaki sünnetullahı/ilahî yasaları keşfedebilir. Nitekim bilimsel keşifler de böyle gerçekleşmektedir. Sünnetullah yalnızca varlık dünyasında tecelli etmez, insan ve davranışları üzerinde de aynı yasalar tecelli etmektedir. İcraat-ı sübhaniye üzerine derin ve sistemli tefekkürle insan oradaki sünnetullahı keşfedebilir ve buradan kendi hayatıyla ilgili kararlar çıkarabilir. İşte Hocaefendi ‘İlmî plana, Allah’ın planına muttali olmayan gözü körler’ derken bir bakıma bunu ifade etmektedir. Ve bu konuyu vaaz ve sohbetlerinde değişik açılardan aynı ifade ve ibarelerle anlatmaktadır. Yani konuyu yalnızca kader açısından, itikadî bir mesele kapsamında ele almamaktadır. Hatta bu tür konuları ele alışı daha çok, İcraat-ı sübhaniye üzerine derin ve sistemli düşünmeyi teşvik maksadına yöneliktir. Bu önemli konuyu Rapor yazarları görmezden gelmişlerdir.
2. Bediüzzaman’ın kader yaklaşımı
Kadere imanın vicdanî ve halî bir mesele olduğunu Hocaefendi’den önce Bediüzzaman Said Nursî söylemektedir. Bediüzzaman Hazretleri, kaderi müstakil olarak ele aldığı 26. Söz’de bu önemli tespitini şöyle ifade etmektedir: “Kader ve cüz-ü ihtiyârî, İslâmiyet’in ve îmânın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüz’lerindendir.”[38] Hocaefendi de kader meselesini anlatırken onun bu yaklaşımını alıp analiz ediyor. Eğer Hocaefendi, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine ait bir yaklaşımla itham ediliyorsa aynı itham Bediüzzaman için de geçerli olacaktır. Oysaki dünden bugüne -bilebildiğimiz kadarıyla- Bediüzzaman hakkında, bu yaklaşımından dolayı “kaderin insanlar tarafından bilineceğini iddia ediyor” şeklinde bir iddiada bulunulmamıştır.
3. Hocaefendi’nin “gayb” anlayışı
Daha öncede geçtiği üzere Hocaefendi, mutlak gaybın Allah’tan başka hiçkimse tarafından bilinemeyeceğini gayet net olarak ifade etmektedir. “Mutlak gaybı bilmek, Allah’a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduttur. Ve yine bu da ancak Allâmü’l-Guyûb’un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşerî ölçüler dahilinde gaybı bilmek, maziyi ve istikbali hâdiseleriyle ihata etmek imkânsızdır.”[39]
Hocaefendi’nin kader ile ilgili “Kur’an ve Sünnet Perspektifinde Kader” isimli müstakil bir kitabı vardır. Bu kitabında o, kaderin bilinip-bilinmemesi ile ilgili şunları ifade etmektedir: “Ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi olduğunu söylerler. Yani misalî bedenin yanı başında, insanın sergüzeşt-i hayatına dair takdir ve tayinlerin yazıldığı ikinci bir yönü bulunduğuna dikkat çekerler. Dolayısıyla ruhun belli mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçenlere de belirli oranda vâkıf olunabileceğini ileri sürmektedirler. Zaten, ilm-i kıyafet ile, yani, maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işaretleri bilmeyenlere göre, söylenenler gaybî olsa dahi, hakikî mânâda gayb bu kabîl malumatla sınırlı tutulamaz. Yani bu söylediklerimiz, “Gaybı ancak Allah bilir.” hükmüne zıt değildir.
Hocaefendi, izafi gaybı bilmenin de mutlak gaybı bilmek manasına gelmediğini, Peygamber Efendimiz’in bu konudaki uygulamalarıyla şu şekilde ifade etmektedir: “Allah’ın cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı’nda da rastladığımız bir ilimdir. O zaman bunu yapanlara “Kâif” denirdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirtmiş ve haklarında dedikodu yapılan Üsame ibn Zeyd ile, Zeyd ibn Hârise’ye baktırmıştı. Zeyd, Efendimiz’in azadlısıydı. Üsame de onun oğluydu. Ancak Zeyd’in aksine Üsame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu meselenin kritiği yapılıyordu. Efendimiz, bir gün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü sadece ayakları görünüyordu. Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak: “Bu ayaklar birbiriyle alâkalı.” dedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de sevinçle Hz. Âişe ’nin (radıyallâhu anhâ) yanına giderek bu durumu haber verdi: “Üsame Zeyd’dendir yâ Âişe! ” dedi.[40]
Hocaefendi, Allah Resulü’nün bu şekilde hareket etmesinin hikmetiyle ilgili olarak da şöyle bir yaklaşımda bulunmaktadır: “Bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimaî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıtlık yoktu. Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu.”[41]
Hocaefendi’ nin izafi gaybın bilinebileceği ile ilgili yaklaşımını büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır da ifade etmektedir. Elmalılı, “Fakat gayplarını kimseye açmaz”[42] mealindeki âyetin tefsirinde “gayb-ı mutlak”ın Allah’tan başkası tarafından bilinemeyeceğine vurgu yapmanın yanısıra nisbî gaybın da bilinebileceğine dikkatleri çekmiştir: “O kendi gaybına -ya’ni bütün kâinata nazaran gayb-ı mutlak olan ve bâtın isminin mazharı bulunan kendi ilmine kimseyi zâhir kılmaz- açık ve kat’î surette izhar edecek yakînî bir keşif ile muttali’ kılmaz. Onun için ne ins, ne Cinn, ne Melek, ne bir şey gayb-ı mutlakı yakînen bilemez, böyle olması gayb-ı nisbîye dair ba’zî ma’lûmat edinilebilmesine münafi olmayacağı gibi rü’ya, ilham, keramet veya hafî bazı esbab ile gayb-ı mutlaka dair bazı şeyler sezilebilmesine de münafi olmaz ise de bunların hiçbirisi zann ve vehimden ârî tam bir keşif ve izhar ma’nasına yakînî bir ilim olmaz.”[43]
Bu açıdan meseleye bakıldığında raporu hazırlayanların, metni bağlamından kopararak ve tahrif ederek yaptıkları alıntıdan hareketle, Hocaefendi’yi tenkit etmeleri apaçık bir bühtandır.
4. Referans çarpıtması
Rapor yazarları, iddialarına referans gösterdikleri eserleri ele alırken de çarpıtmada bulunmuşlardır. Raporda Hocaefendi’yi din dışı bir yaklaşımla itham etmek için İmam Tahavi’nin “el-Akide” kitabına, Bâbertî’nin yaptığı şerhden delil getirilmektedir: “Öte yandan onlar, kadere vâkıf olunabileceğini iddia etmenin, hızlân (Allah’ın yardımsız bırakması), hırmân (hak yoldan ve her türlü hayırdan mahrum kalma) ve tuğyan (günahta ısrar ederek azgınlaşma) sebebi olacağını ifade etmişlerdir.”[44] Oysaki İmam Tahavî’nin bu ifadeleri mutlak gayb ile ilgilidir. İmam Tahavî ilgili eserinde kader konusunun Allah’ın bir sırrı olduğunu ifade ettikten sonra, kaderi sorgulamanın insanın ayağını kaydıracağını hızlân ve hırmâna götüreceğini söylüyor. Devamında da; “Allah yaptıklarından sorgulanmaz, onlar ise sorgulanacaklardır”[45] âyetini zikrediyor ve şöyle diyor: Kim “Niçin böyle yaptı?” diye Allah’ı -hâşâ- sorgular ise o kimse Allah’ın kitabının hükmünü reddetmiştir. Allah’ın kitabının hükmünü kabul etmeyenin de kâfirlerden olacağı ifade ediliyor.” Bâbertî de Tahavi’nin bu kitabına yazdığı şerhte, gaybın Allah’tan başkası tarafından bilinemeyeceğini belirtiyor. Mutlak, izafî veya nisbî gayb gibi bir ayrım yapmıyor. Fakat ilgili yerdeki ifadeleri incelendiğinde mutlak gayb hakkında konuştuğu anlaşılıyor. Zira pek çok âlim, izafî ve nisbî gaybdan bahsederek bunların bilinebileceği üzerinde durmuştur. Hocaefendi de mutlak gaybın Allah’tan başka kimse tarafından bilinemeyeceğini, izafî gaybın ise belli ölçüde bilinebileceğini, Peygamber Efendimiz’in Kâif ile ilgili hadisi ile temellendirmektedir.
Netice itibariyle raporu hazırlayanlar Hocaefendi’nin kader ve gayb-ı mutlakın Allah’tan başka kimse tarafından bilinemeyeceği ile ilgili net ifadelerini görmezlikten gelmişlerdir. Metni parçalayarak işlerine gelen kısmı alıp, kendi iddialarını çürütecek kısımları ise göz ardı ederek Hocaefendi’yi sahih İslam anlayışının dışında göstermeye yeltenmişlerdir.
11. Yüce ve Kutsî Bir İş İçin Seçilme İddiaları
Hocaefendi’nin “Tevazu ve Kibir” başlıklı bir yazısından aşağıdaki kısım alıntı yapılmış: “Halk arasında umumi kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır. Bazı kimselerin o şahısta gördükleri bazı hususiyetleri, bazen ona karşı ifade ettikleri de olur. Bu durumda o şahsın “Hayır, bunlar bende yok. Nerede ben, nerede bu söylediğiniz şeyler?” demesi üç açıdan doğru değildir. Bir; bu ifade o insanları müşâhede ettikleri şeylerde tereddüde sevk eder. İki; o insanlara karşı bir saygısızlıktır. Üç; hepsinden önemlisi de Allah’a karşı saygısızlık, hatta küfran-ı nimettir. Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp, başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için o insanın, kendisini seçen Rabbi’ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi? Hâsılı, tevazu kavramının da yerli yerine oturtulması ve ona göre davranışların ayarlanması gerekir. Aksi takdirde tevazu niyetiyle küfran-ı nimet içine düşmeler bile olabilir.” (Gülen, Fasıldan Fasıla 4, Nil Yayınları, İzmir 2009, s. 108).
Rapor yazarları alıntı yapılan kısımdan Hocaefendi’nin şunları iddia ettiğini çıkarmaktadırlar:
1. Veli kimseler, Allah’ın kendilerine ikramı olan birtakım hususiyetleri tevazu
adına gizlememelidir. Gizlerse bu, küfran-ı nimet olur.
2. Allah, veli kullarına gönderdiği ışınları o kullar üzerinde kırıp insanlara yansıtmaktadır. Bu, yüce ve kutsî bir iştir.
3. Gülen, kendisini zımnen bu konuma yerleştirmektedir.
Devamında da tasavvufta kerametin gizlenmesinin esas olduğu, Hocaefendi’nin ise bunu küfran-ı nimet olarak yorumladığı, onun bu ifadeleri ile kendisini kastettiği öne sürülmektedir. Ve daha da ileri gidilerek şöyle denilmektedir: “Gülen, Allah tarafından bir ışın şeklinde gelen zaman ve mekân üstü bilgileri kendi süzgecinden geçirerek, ışığın prizmadan geçip ışık tayflarına ayrışması gibi müntesiplerinin anlayabileceği bir düzeye indirgemektedir. Gülen aslında böyle diyerek Allah ile kullar arasında bir aracı olduğunu iddia etmektedir. Hâlbuki böyle bir konum sadece vahiy meleği veya peygamberler için söz konusu olabilir. Bunu anlatırken Gülen’in “bu yüce ve kutsî bir iş” ifadesini kullanması da bu tespiti doğrular niteliktedir.”[46]
İddialara delil olarak alıntı yapılan kısımda okuyucu yine manipüle edilmektedir. Hocaefendi’nin “tevazu” ve “tahdis-i nimet” dengesi üzerine kurulu yaklaşımını pek çok tefsir, hadis kitabında ve hatta Diyanet’in eserlerinde bulmak mümkündür. Hocaefendi’nin, genel ifadelerini daraltarak kendisini kastettiği öne sürmek ve bunu da tenkit, hatta daha da öte tadlil malzemesi yapmak en hafif tabirle insafsızlıktır. Şimdi rapor yazarlarının iddialarına maddeler halince cevap vermek istiyoruz:
1. Metni bağlamından koparma ve yanlış çıkarımlar
Hocaefendi, alıntı yapılan yerin öncesinde, “Tevazu ve Kibir” başlığı altında, bir insanın diğer insanlara karşı üstünlük taslamasını tedavi edilmesi gereken psikolojik bir hastalık olarak nitelemekte ve: “İnsanın, muttasıf olmadığı hâlde “azamet” ve “kibir” gibi vasıflara sahip çıkıp, bunlarla diğer insanlara karşı üstünlük taslaması, onun ruh dünyası adına ciddî bir hastalık emaresidir. Böylesi insanlar, her ne kadar akıllı görünseler de ben onların psikolojik bir hastalık içinde olduklarına inanıyor ve mutlaka tedavi olmaları gerektiğini düşünüyorum,” demektedir. Devamında da Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla “tevazu” ile “kibir”in birbirine karıştırılmayıp doğru ele alınması gerektiğine dikkatleri çekmektedir: “İnsan, tevazu ile kibri birbirine karıştırmamalı ve her birini yerli yerinde kullanmalıdır. Ancak bunun tam gerçekleşebilmesi için –Risale-i Nur’un yaklaşımıyla– insanın her şeyden önce kendi nefsinin bir sinek değerinde olduğunu nefsine kabul ettirmesi gerekir.[47] Aksi hâlde insanın, tevazu ufkunu yakalaması imkânsız denecek ölçüde zordur.”[48] Görüldüğü gibi, Hocaefendi ısrarla tevazu ve mahviyete vurgu yapmaktadır. Devamında alıntı yapılan bölüme geçmekte ve “Tevazu”nun Allah’ın lütuf ve ihsanlarını görmezden gelme manasında “küfran-ı nimet” olmadığını hatırlatmaktadır. Rapor yazarları -diğer iddialarında olduğu gibi- Hocaefendi’yi tadlil edebilmek için metni bağlamından kopararak anlamı tahrip etmişlerdir.
2. Hocaefendi’nin keramet ve istikamet hakkındaki görüşleri
Hocaefendi, eserlerinde keramete değil, Allah’a kulluğa ve istikamete talip olunması gerektiğine vurgu yapmakta, peşine düşülmeden mazhar olunan kerametlerin ise gizlenmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Hocaefendi’nin yazılı ve sözlü eserlerini analiz ettiklerini ileri süren Rapor yazarları, onun bu yaklaşımını görmezden geldikleri gibi İslam tasavvufuna zıt hareket ettiğini de iddia etmişlerdir.
Hocaefendi, eserlerinde -İslam ulemasının yaptığı gibi- keramet ile tahdis-i nimeti birbirinden ayırmaktadır. O, kerameti, “Allah’ın halk etmesiyle hak dostlarından sâdır olan fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir” şeklinde tarif eder.[49] Tahdîs-i nimet hakkında ise şu izahları yapar: “Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O’nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, tahdîs-i nimet, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir.”[50]
Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’nde de aynı yaklaşım söz konusudur: “Allah’ın lütuf ve nimetlerine mazhariyet ile kerâmet birbirine karıştırılmaktadır. Pek çok insan sebepler dairesinde Allah’ın özel lütuf ve ihsanlarına mazhardır. Keramet ise özel bir mana ifade etmektedir; “Allah’ın sâlih, takva sâhibi, velî kullarından zuhur eden olağanüstü hal” olarak tanımlanır. “Bir yetkiye dayanarak iş yapmak” anlamındaki “tasarruf” kelimesi de tasavvufta kerametle eş anlamda kullanılmaktadır. Keramet, tıpkı mucize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağanüstü ve sıra dışı bir olay olup mahiyeti itibariyle mucizeden farklı değildir; aralarındaki fark meydana geliş şekliyledir. Mucize peygamberlerden, kerâmet tam olarak ona bağlı olan velilerden zuhur eder.”[51]
Hocaefendi, eserlerinde kerametin hak olduğunu kabul etmenin yanında keramete değil istikamet ve kulluğa talip olmayı ve ona kilitlenmeyi hedef gösterir. Onun eserlerinden bu konu ile ilgili birkaç misal zikredebiliriz: “Söz buraya gelmişken şunu ifade etmeliyim ki keşif ve keramete talip olmamak esastır. Hakiki ehlullah bunları çerez olarak değerlendirmişlerdir. Ehl-i tahkik, keşif ve keramete gönlünü bağlayan hak yolcusuna sâkıt (düşük) nazarıyla bakmışlardır. Kulluktan hedef ve gaye Allah iken, o kulluğunu, fevkalâde şeylere mazhariyet için yapar. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, bu tür kimseleri “abdü’l-lezze” (lezzetin kulu) diye isimlendirmiştir. Yani onlar, Allah’a kulluk şerefini idrak edemeyip keşfin, kerametin, zevk ve lezzetin kulları hâline gelmişlerdir. Önemli olan “Abdullah” yani “Allah’ın kulu” olmaktır ki Allah Resûlü ve ashabının yolu da budur.”[52]
“Evet, en büyük keramet, arızasız ve aralıksız Kur’an ahlakıyla yaşamaktır ve Allah’a en yakın olanlar da zannediyorum işte bu ruhun temsilcisi olanlardır.”[53]
Görüldüğü üzere Hocaefendi için gerçek manada istikamet, kerametin bizzat kendisidir. Bunun dışında farklı arayışlara girmeye hiçbir ihtiyaç yoktur. Hocaefendi, değişik keramet türlerini anlattıktan sonra bu hususu şöyle özetlemektedir; “Kerametlerin hepsinden daha büyük olan bir keramet vardır ki o da Cenâb-ı Hakk’a karşı arızasız kulluk yapmaktır… Kâmil veliler, daha ziyade arızasız kulluk sergilemeye çalışmışlar ve harikulade hâllere talip olmak şöyle dursun, kendilerinden böyle bir hâl sadır olduğu zaman, onu bir namus telâkki edip başkalarının bilmesini dahi istememişlerdir.”
Hocaefendi, tasavvuf büyüklerinin kerametin izhar edilmesi ile ilgili zikrettiğimiz yaklaşımlarına atıf yaptıktan sonra bu konudaki kendi yaklaşımını da şu şekilde ifade etmiştir: “Hâsılı, hâlis ubudiyetin yolu, bu dünyada birtakım harikuladeliklere mazhar olunsa bile bunu bir aybaşı hâli telâkki ederek, bir an evvel bunlardan sıyrılıp sadece Allah’la meşgul olmaktır. Kerameti arzu etmek ve beklemek, olmuş bazı şeyleri başkalarına kerametvâri anlatmak, meşgul olunması gerekli olan büyük hakikatleri bırakıp Allah’ın imtihan için verdiği çok küçük ve değersiz şeylerle meşgul olmak demektir.”[54]
3. Hocaefendi’nin tahdis-i nimet yaklaşımı
Hocaefendi eserlerinde, bir insanın, mazhar olduğu nimetleri görmezlikten gelerek küfran-ı nimete düşmemesi, Allah’ın lütuflarının farkında olması, gurur ve kibire kapılmadan nimetleri gerçek sahibine vermesi, nail olduğu bütün lütufları şükre vesile yapması gerektiğini belirtmiştir. O, Kur’an-ı Kerîm’de, Peygamber Efendimiz’in şahsında ümmetine verilen, “Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”[55] mesajı ile “tahdis-i nimet”i temellendirmekte ve bu âyetle ilgili şu önemli izahı yapmaktadır: “Âyet-i kerimede “Fehaddis” denilmektedir ki bu, “anlat, söyle, dile getir ve yâd et” demektir. Demek ki nimetin farkında olmak ve onu dile getirmek esastır. Zaten, şükrün hakiki olanı, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağının bilinmesi ve onu verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Her şeyden önce nimetlerin birer lütuf olduğu derince duyulmalı; daha sonra da yerinde ilan edilmeli yerinde de sineye gizlenmeli ve bir sırr-ı uluhiyet olarak saklanmalıdır.”[56]
Hocaefendi, insanları hayırlı faaliyetlere motive etmek ve onların şevklerini artırmak için nail olunan bazı lütufların zikredilmesini, âyette bildirilen Allah’ın nimetlerini şükür ile yad etme zımnında değerlendirir: “Cenâb-ı Hakk’ın ikramları ve hususi lütufları, insanların şevkini kamçılamak için umuma mal edilerek anlatılabilir. Meselâ, ‘Allah’ın üzerimizde çok büyük lütufları var. İhsan-ı ilâhî olarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye omzumuza yüklenmiş. Va’de vefada hulfetmezsek bu kudsî vazife bizim kurtuluş fermanımız olabilir’ demek, mahzurlu olmasa gerektir. Ayrıca, na’tların hemen her mısraında ‘Yâ Rasûlallah, yâ Rasûlallah’ dendiği gibi, böyle bir hamd ü senâ hissi ifade edilirken de her cümlenin başında ya da sonunda ‘Allah’ın inâyetiyle oldu, bunların hepsi O’nun lütfu!..’ denmeli ve iş asıl sahibine verilmelidir. Hadiseleri sahibinden tecrid ederek sadece birer vak’a olarak ifade etmek, onlardaki nuraniyeti alır götürür; o işlerin derinliğini sığlaştırır ve vicdanlarda da haşyet adına hiçbir şey hâsıl etmez. Oysa biz Allah’ın nimetlerini anlatırken hem Rabbimizi anlatmış olmalı hem de gönülllerde Allah’a karşı güven ve tevekkül duygusunu, aşk u şevk hislerini uyarmalıyız. Hasıl olan güzelliklerin bizim güç ve kuvvetimizle olmadığını, bütün planların bizi görüp gözeten bir Zât’ın inâyet ve keremiyle gerçekleştiğini ve sırtımızı bitip tükenme bilmeyen bir Cennet hazinesine dayadığımız için de sermayemizin asla sona ermeyeceğini öyle bir üslupla anlatmalıyız ki hem bağrı yanık ehl-i iman kevser yudumlamış gibi olsun, hem ümitsiz insanlar rahmet kapısına yönelip yeisten kurtulsun ve hem de şahlanan azimler sayesinde inananların kuvve-i maneviyesi kuvvet bulsun.”[57]
Bunların yanı sıra Hocaefendi, Allah’ın lütuf ve ihsanlarını anlatırken bunları nefse mal etmeme, edip gurur ve kibre girmeme, bu nimetleri Yüce Mevla’nın acz ve fakrımıza binaen ihsan ettiği birer lütfu olarak görme üzerinde ısrarla durur: “Ancak bu nimetleri tahdis-i nimet sadedinde ifade ederken dikkat etmemiz gereken belli ölçülerin olduğu da bir gerçektir. Her şeyden evvel o nimetlerin, bizim acz ve fakrımıza rağmen Cenâb-ı Hak tarafından bizlere lütfedilmiş olduğunun bilinmesi çok önemlidir. O zaman, onları kendi nefsimizden bilerek fahre ve gurura düşmemiz önlenmiş olacaktır.”[58]
Hocaefendi’nin, “Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!”[59] âyetinden hareketle, insanların, mazhar oldukları nimetlerin farkında olup, nefis ve enaniyetlerine prim vermeden, başkalarını şükre sevk etmek için bu nimetlerden bahsetmelerinde bir mahzur olmayacağı yönündeki beyanlarında tenkit edilecek bir yan olmasa gerektir. Zira ilgili âyetin tefsirine ve hadislere bakıldığında Hocaefendi’nin yaklaşımının ne kadar isabetli olduğu görülecektir.
4. İslamî literatürde “keramet”
Allâme Hamdi Yazır, ilgili âyetin tefsirinde şunları söylemektedir: “Sade lafını ederek ve gösteriş yaparak mağrurlanmak için değil, hakkını takdir, şükrünü iyfa etmek için eserini gösterecek, başkalarını da istifade ettirecek vechile kavlî veya fi’lî hadîs ile anlat.”[60] Bundan ötürü selef-i salihinden bazıları riya ve iftihar vesilesi yapılmadığı sürece, başkalarını teşvik için yapılan hayırların zikredilmesini müstehap görmüşlerdir.[61]
Diyanet tarafından neşredilen tefsirde de nimetlerin anlatılması ile ilgili Hocaefendi’nin referans gösterdiği âyetin, bütün insanlığa hitap ettiğine dikkat çekilmiştir: “Kur’an’ın irşad ve eğitimde kullandığı üslûp gereği burada onun şahsında bütün insanlığa hitap edilmektedir.”[62]
Kur’an’ın vahiy orjinli yorum ve tatbikçisi Peygamber Efendimiz (sas), değişik hadislerinde mazhar olunan nimetlerin anlatılmasının şükür olduğunu bildirmiştir:
“Nimetleri anlatmak, şükürdür.”[63]
“Kim bir ihsana mazhar olursa, imkanı varsa karşılığını hemen versin, bulamazsa, verene senâda bulunsun. Zira onu övmekle, teşekkürünü yerine getirmiş olur. Ketmeden (karşılık vermeyen) ise nankörlük etmiş olur”[64]
Diğer taraftan Hocaefendi, tahdis-i nimette bulunulurken dengeli olunması gerektiğine vurgu yapmaktadır: “Başından aşağıya sağanak sağanak boşalan –şayet boşalıyorsa– lütufları, “Değildir bu bana lâyık bu eltâf / Bana bu lütf ile ihsan nedendir.” (M. Lütfî) deyip her türlü mazhariyeti, ibtilâ olabileceği endişesiyle karşılamalı, liyakat düşüncelerini silip süpürüp kafasından atmalı; olmuş veya kendi kendine gelmiş şeyleri, nankörlük sayılmadığı durumlarda bir daha hatırlamayacak şekilde nisyana gömmeli, Hakk’a karşı küfran-ı nimette bulunmuş olma endişesini de bir kelâm-ı nefsîyle “tahdis-i nimet”e emanet edip işin içinden sıyrılıvermelidir. Aksine, böyle davranılmadığı takdirde çok defa kazanma yolu, gider bir haybet çukuruna dayanır; mevhibe gibi görünen şeyler de birer hızlân sebebi oluverir.”[65]
5. Bediüzzaman’ın tahdis-i nimet yaklaşımı
Hocaefendi’nin nimetleri anlatma ile ilgili dengeli yaklaşımı temelde Bediüzzaman eksenlidir. Bediüzzaman’ın bu konudaki ifadeleri ise şu şekildedir: “Bazen tevazu nimete karşı nankörlüğü beraberinde getiriyor; belki nimete karşı nankörlük olur. Bazen de tahdis-i nimet, övünmek olur. İkisi de zarardır. Ne nimete karşı nankörlük ne de övünme olmaması için tek çare, meziyetlerini ve kemâl vasıflarını kabul etmek fakat onları sahiplenmeyerek nimetlerin gerçek sahibi Mün’im-i Hakiki’nin nimet vermesinin eseri olarak göstermektir.”[66]
Tevazu ve tahdis-i nimet dengesinin ne olduğunu kavrayamamış oldukları için suizanda bulundukları ihtimaline binaen, Rapor yazarları için Üstad’ın aynı konunun devamında verdiği misali de burada aktarmak istiyoruz:
“Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirâne desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne bir fahirdir.
İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.”
İşte, bunun gibi, ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki:
Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.”
Netice itibariyle Hocaefendi’nin Allah’ın lütuf ve ihsanlarını teşvik amacıyla cemaate anlatmasının değil tadlil, tenkit edilecek bir tarafı bile yoktur. Bu tavırla sadece küresel çapta saygın bir âlime iftira atılmamakta, kendisini seven, sayan, temsil ettiği harekete gönül veren milyonlar da töhmet altında bırakılarak, manevî anlamda korkunç bir cürüm işlenmektedir.
6. Prizma örneği
Allah’ın lütuf ve ihsan tecellilerinin prizma örneği ile açıklanmasında ne mahzur olabilir?Allah, bazı insanları lütuf ve ihsanlarının dağıtılmasına vesile kılamaz mı? Bazı nimetler toplumda belli bir konumu olan insanlar vasıtasıyla diğerlerine ulaştırılamaz mı? Bu durum maddî nimetlerde böyle olduğu gibi manevî nimetler için de böyle değil midir?
İslam’ın kalp ve ruh hayatına açılma gayreti içerisinde olan herkes bilir ki maneviyat büyükleri mazhar oldukları ilim ve irfanı -Kur’an ve Sünnet’in muhkemâtından vize almak şartıyla- etraflarındaki insanlarla paylaşırlar. İşte Hocaefendi, bu hususu bir prizma misali ile açıklıyor. Bu misalden “Allah ile kullar arasında aracı olma” gibi bir iddia çıkarmak için Rapor yazarlarının bütünüyle tasavvufi geleneği reddediyor olmaları gerekir. Hocaefendi’nin bu konudaki inanç ve yaklaşımı herhangi bir yoruma ihtiyaç bırakmayacak netliktedir: “İslâm’da Allah ile kulu arasında hiçbir aracı söz konusu değildir. Kul, istediği an, istediği yerde ve istediği şekilde Rabbisiyle münasebete geçebilir. Ancak şu nokta da gözden uzak tutulmamalıdır: Rab’le münasebetin yolunu bize, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğretmiştir. Bu açıdan O, önemli bir vesiledir. Bir vesiledir ama bizlere sunduğu öğretilerin yeri itibarıyla, gaye ölçüsünde bir vesiledir.”[67]
7. Niyet okuma
Hocaefendi’nin ifadelerini hususileştirerek, “Halk arasında umumî kabule vâbeste olmuş ve vilâyete ermiş insanlar vardır.” cümlesinden kendisini kastettiğini öne sürmek apaçık bir niyet okumadır. Bu ifade, umumîdir ve toplumdaki bütün maneviyat rehberlerini içine alır. Söylemediği sözü kişiye “sen aslında bunu kastetmiştin” diyerek zorla kabul ettirmeye çalışmak zulümdür. Biz de raportörlere burada, Rabbimizin ezelî kelamından bir âyetle hatırlatmada bulunmak istiyoruz: ‘Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; çünkü o, takvaya en yakındır.’ (Maide, 5, 8) Diyanet’in kendi tefsirinde, ilgili âyet hakkında şunlar söylenmektedir: “Âyet-i kerîme, insanların Allah katında en üstün değer olan takvâ (Hucurât 49/13) faziletine erebilmeleri için adaletli olmaları ve düşmanları hakkında kalplerinde besledikleri öfkenin onlara karşı haksızlık yapmalarına sebep olmaması gerektiğini bildirmektedir. (…) Âyet-i kerîmenin, müminlere düşman topluluklara dahi adaletle muamele etmeyi emretmesi, ayrıca bu davranışın takvâ erdemiyle bağlantılı olduğunu vurgulaması son derece dikkat çekicidir.”[68]
Acaba Rapor yazarları düşmana karşı bile adaletle davranılmasını emreden Yüce Yaratıcı’nın bu emrinin, Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında rapor yazarken de geçerli olduğunu düşünmüyorlar mı? İlgili âyeti ve onun tefsirini görmezden mi geliyorlar? Meselenin ebedî hayat, sorgu, sırat, mizan, Cennet ve Cehennem açılarından ne ifade ettiğini düşünmüyorlar mı?
12. “Gülen’i Üzerseniz Cehenneme Gitmekten Kurtulamazsınız”
Fethullah Gülen Hocaefendi’ye nispet edilen bir diğer iddia da başlıkta görüldüğü gibidir. Bu iddiaya mesned yapılan Hocaefendi’nin ifadeleri ise şu şekildedir:
“… Orayı (Türkiye’yi) benim şahsi hayatım için bazı dostlarım için cehenneme çevirseler bile ben oraya hep Cennet nazarıyla baktım. Ama o ülkeyi Cehennem zebanisi gibi idare etmeye çalışan insanlar da var. Ülkemin hatırına ben onlara içimden gele gele beddua etmedim. Evleri yıkılsın, yuvaları başlarına çöksün, düşünceleri paramparça olsun, Allah yerin dibine batırsın diye beddua etmedim ülkenin hatırına. O kadar oralıyız biz, o kadar yerliyiz. Ne var ki elin oğlu bize başka türlü bakıyor. Neden, çünkü kendi kütüğü şüpheli. يَوْمَ تبُلَى السَّرَائِر var. Açık, kapalı her şeyin net olarak ortaya döküleceği bir gün var. Allah huzurunda görüşürüz. Belki o gün benim gibi yufka yürekli birisi ‘Allah’ım! Bu kobraları bağışlamadan ben cennete gitmiyorum’ diyebilirim, ama işin içinde Allah hakkı da olduğu için orada beni dinlemezler pek. Onun için yufka yürekliliğim de çok fayda etmez. Buna çok güvenmesinler.” (15-Sesli Sohbetler-2\Bamteli_11-20 (Bamteli) 20_02-Buyuk Ortadogu Projesi, dk. 16.35-18.00)
Yapılan bu alıntıdan şu iddialar çıkarılmaktadır:
1. Yaptığı bedduaların kesin olarak tutacağı,
2. Cennete gitmesinin garanti olduğu,
3. Orada başkalarını cehennemden kurtarmak için kendisine fırsat tanınacağı,
4. Çeşitli isim, benzetme ve lakaplarla devlet büyüklerine tahkir söylemleri[69]
Şimdi öne sürülen iddiaları kısaca analize tabi tutalım:
1. Metni bağlamından koparma ve yanlış çıkarımlar
Hocaefendi’nin vaazından alıntı yapılan, “Allah huzurunda görüşürüz. Belki o gün benim gibi yufka yürekli birisi ‘Allah’ım! Bu kobraları bağışlamadan ben Cennet’e gitmiyorum’ diyebilirim, ama işin içinde Allah hakkı da olduğu için orada beni dinlemezler pek. Onun için yufka yürekliliğim de çok fayda etmez. Buna çok güvenmesinler.” şeklindeki ifadelerinden, hiçbir şekilde kendisini Cennet’e girmeyi garanti eden bir kimse olarak gördüğü manası çıkmaz. Zira Hocaefendi, “İşin içinde Allah hakkı da olduğu için orada beni dinlemezler pek” diyor. Yani, kendisi maruz kaldığı zulümleri affetse bile, ilahî hukuka tecavüzden dolayı zalimlerin gereken cezayı göreceklerini hatırlatıyor. Nitekim Hocaefendi, bu düşüncesini başka yerlerde de ifade etmiştir: “Allah’a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.”[70] Bu yüce gönüllü yaklaşımı, bütünlüğünden kopararak, Hocaefendi’nin cennetlik olduğunu iddia ettiğini ileri sürmek apaçık bir çarpıtmadır.
2. Hak talebi
Bediüzzaman, kendisine zulmedenlere şu şekilde haykırmıştır: “Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mâbeynimizde –tahmininizce– bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilâfınıza olarak; dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zâlimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir-iki sene zelîlâne geçecek hayatımızı, kudsî bir şehâdeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in feyzine ve işârâtına istinâden, sizi titretmek için, size kat’î haber veriyorum ki: Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız! Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip, ebedî zulümâta çabuk atılacaksınız! Arkamdan, pek çabuk sizin nemrudlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u ilâhîde yakalarını tutacağım. Adâlet-i ilâhiye, onları esfel-i sâfilîne atmakla intikamımı alacağım! Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar!”[71] Bediüzzaman’ın bu ifadelerinden onun kendisini cennetlik ilan ettiği, cenneti garanti ettiği manası mı çıkmaktadır!?
Her mümin, ‘hesap gününde kim zerre kadar haksızlığa maruz kaldı ise bu hakkı görülmedikçe Cennet’e girilmeyeceği’ hakikatinden haberdardır. Yoksa hiçkimse, “Orada hak talebinde bulunuyor, öyleyse cennetlik olduğu hissinde ve inancındadır.” diye düşünmez. Avam-ı nâsın bile bildiği bu hususu Hocaefendi’nin bilmemesi düşünülebilir mi? Ne var ki raportörler onun bu ifade ve ibarelerinden itikadî bir sorun çıkarmaya yeltenmişlerdir.
3. Cennet garantisi
Hocaefendi, eserlerinde pek çok yerde, bir yandan insanın akibetinden çok korkması gerektiğine vurgu yaparken diğer taraftan temel İslam akidesinin de genel kabulleri arasında olan, bir kişinin kendisini cennetlik görmesinin küfür vasfı olduğu kanaatini dile getirmektedir: “Mutlak yeis küfür olduğu gibi, mutlak emniyet de küfürdür. Evet, nasıl ki âkıbet ve ahiret konusunda bütün bütün ümitsiz olmak bir küfür sıfatıdır; bir insanın ameline güvenmesi, âkıbetinden hiç endişe etmemesi ve Cennet’e gireceğinden emin olması da bir küfür vasfıdır.”[72]
Hocaefendi, görüldüğü gibi burada bırakın Cennet’e girmeyi garanti etmeyi, mü’min olduğu halde hiç kimsenin teminat altında olmadığını ve bu yüzden akibet endişesi ile yaşaması gerektiğini açık ve net olarak vurgulamaktadır. Yine mesela; “Zirvede de olsa, hiç kimsenin elinde, “Sen artık korkmayabilirsin.” şeklinde bir teminat ve bir beraat yoktur. Hâl böyle olunca insan nasıl korkmayacak ki? Kaldı ki bir kutsî hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: Ben kuluma iki emniyeti de iki korkuyu da birden vermem.”[73] Dolayısıyla unutulmamalı ki burada kendini emin bilen bir insanın akıbetinden korkulur. Diğer bir tabirle, akıbetinden korkmayanın akıbetinden endişe edilir.”[74]
“Akıbetinden endişe etmeyen gafillerin halini, Kur’an-ı Kerim şöyle anlatır: “Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve O’nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla beraber Cehennem’e yuvarlanan mı? Allah zalimler gürûhuna hidâyet etmez, onları umduklarına eriştirmez.”[75] Bu âyette geçen “cüruf” kelimesi, her an yıkılmaya hazır bir yar demektir. İşte ameline güvenen ve akıbetinden endişe etmeyen insanların imanı –şayet varsa– tıpkı sel sularının dere kenarında biriktirdiği toprak üzerine yapılan ev gibidir ve onun yıkılması an meselesidir.”[76]
Yine Hocaefendi bir eserinde bu konuyu hassasiyet ve ciddiyetle dile getirmektedir: “Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bunca genişliğine rağmen, kul yine de endişe etmeli; kabre imansız girmekten tir tir titremelidir. Zira Allah Resûlü’nün ifadeleri içerisinde, akşam mü’min olanın sabah kâfir; sabah mü’min olanın da akşam kâfir olabileceği şu dönemde, kimse akıbetinden emin olmamalıdır.”[77]
Özetle Hocaefendi’ye göre “Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.” Onun bu husustaki görüşü son derece net, açık, pürüzsüz ve dolaysızdır. Vaazları, yazıları ve sohbetleri, akıbet endişesi taşımayan gafillerin hallerini anlatan beyanlarla doludur. Hal böyle iken Hocaefendi’ye bunun tam tersini nispet etmenin iftira kategorisinde değerlendirilmesi gerekir. Ciddi ahiret ve hesap endişesi taşıyan hiçbir yürek böyle azim bir iftira ve tahrife yeltenmez. Hocaefendi’nin eserlerini incelemek suretiyle hakkındaki raporu hazırladıklarını iddia edenlerin, onun yukarıda zikrettiğimiz türden ifadelerini görmezden gelerek kendisi hakkında cennete girmeyi garanti gördüğü iddiasında bulunmaları, ilim, irfan ve hakperestlik ile telif edilemez.
4. “Beddua” değil, “Allah’a havale”
Hocaefendi, zulüm ve zorbalıklar karşısında çok bunaldığı anlarda bile beddua etmeme tavrını hep korumuştur: “Bazı ithamlar, tabii ki beni çok üzüyor, ruhuma pek ağır geliyor; fakat, bir mü’min her şeye rağmen Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmalı. Yani, Cenâb-ı Hak, isyankâr, günah tutsağı, asi kullarına bile kulu, mahluku nazarıyla bakıyor, onları da yedirip içiriyor. Mü’min kul da başkalarına bu zaviyeden yaklaşmalı. Haksızlıklar, zulüm ve zorbalıklar karşısında çok bunaldığı anlarda da en fazla, hasımca davrananları Allah’a havale etmeli. “Allah’ım, ehl-i imana karşı düşmanca davrananları sana havale ediyoruz.” demeli.”[78]
“En amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile bedduada bulunmuyorum, kimseye lânet ve kahriye okumuyorum; onları Allah’a havale etmekle yetiniyorum. O havaleyi de yine İnsanlığın En Şefkatlisi’ne ittibâen yapıyorum. Nasıl ki Allah Resulü, “Allahümme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahümme aleyke bi-Utbe, Allahümme aleyke bi-Şeybe…” deyip[79] din düşmanlarını Allah’a havale etmiş ve bununla “Allah’ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap!” demek istemiştir; ben de havale etmeyi bile onlar hakkında önce Allah’tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getiriyorum.”[80]
Hocaefendi, zulmeden, haksızlık yapan insanları Allah’a havale etmenin meşru ve masumane bir davranış olduğu kanaatindedir: “İnsanları Allah’a havale etmek, mesuliyet gerektiren bir husus değildir. Ancak uygunsuz ifadelerle, Hakk’a havale edilen şahısların müstahak olmadıkları hususları ifadede, mesuliyet olabileceğini söylemek mümkündür. Bir bakıma fenâ insanları Allah’a havale etmek, onlar adına çok masum bir şeydir.” Naklettiğimiz bu ifadelerinde Hocaefendi, havale etmeye de bir kayıt koyarak o kimselerin müstahak olmadıkları şeyleri ifade etmenin de mesuliyet gerektirebileceğine vurgu yapmaktadır.[81] Hocaefendi, belli bir dönem Peygamber Efendimiz’in (sas) İslam’a kötülük yapanları Allah’a havale ettiğine, Hz. İsa’nın “Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz u Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!”[82] duasının da gizli bir havale olduğuna dikkat çekerek, “Bu açıdan kişinin istihkâkı varsa, “Allah’ım, onu Sana havale ediyorum, kötülüğünü onun başına dola.” demede bir sakınca yoktur. Bir insanın böyle bir havaleye müstahak olması ve sizin onu havale etmeniz, Anadolu halkının dediği gibi “Artık Sen bilirsin yâ Rabbi!” demektir.”[83]
Diğer yandan Diyanet’in neşrettiği tefsirde de ifade edildiği üzere bedduanın caiz olduğu yerler vardır: “Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü
açıklamak câiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette câiz olacaktır. Açıklamanın ötesinde beddua etmenin de câiz olduğu ifade edilmiştir.”[84]
Buna rağmen Hocaefendi, bedduayı kesinlikle tercih etmediğini vurgulamaktadır: “Ama bedduaya gelince onu yapmamız veya ona “âmin” dememiz mümkün değildir. Meselâ; “Allah’ım! Falanların altını üstüne getir. Allah’ım! Onu yerin dibine batır. Allah’ım! İflah etme. Allah’ım! Onun canı Cehennem’e. Allah’ım! Onu paramparça et. Allah’ım! Evlerine feryâd u figân sal…” gibi ifadeler birer bedduadır ki bütün bunlarda murad-ı ilâhî başka türlü olabilir. Belki karşı tarafın o bedduaya istihkâkı olmayabilir veyahut onun Allah’a (celle celâluhu) yönelmesi söz konusudur.”[85]
Netice itibariyle Hocaefendi, “beddua” ile “Allah’a havale”yi birbirinden ayırmakta ve ilki hususundaki tavrını açık olarak dile getirmektedir. Zulme uğrayıp zor durumda kalan bir kimsenin zalimi Allah’a havale etmesini ise nebevi uygulamaya da dayandırarak, meşru ve masum görmektedir.
Hocaefendi, kendisine, yakınlarına, sevenlerine her türlü zulmün yapıldığı dönemlerde bile beddua etmemiş, zalimleri Allah’a havale etmiştir.[86] Görüldüğü üzere o, “muhavele”yi tercih etmektedir. Onun yaptığı “Allah’a havale etmeyi” beddua ve lanet olarak anlamak doğru değildir. Ayrıca böyle kabul edilecek olsa bile bunun fıkhen mahzurlu olduğu söylenemez; zira İslam’da, zulme maruz kalanların beddua ve lanet etme hakkı vardır.
5. Lanet ve bedduanın caiz olduğu yerler
Kur’an-ı Kerîm’de mazlumun kendisine zulmedenlere beddua edebileceğine işaret edilir: “Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.”[87]
Müfessirlerin çoğu, bu âyetin, haksızlığa uğrayanların zâlime beddua etmelerine izin verdiğini belirtmektedir.[88] Elmalılı Hamdi Yazır bu âyetin tefsirinde, mazlum ve mağdurun beddua edebileceğini oldukça ağır bir dille şu şekilde ifade etmektedir: “Zulmedilmiş, hakkına tecavüz olunmuş olan kimse feryad edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir ve yâhut ondan tezallüm ederek kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine mukabele-i bilmisilde bulunabilir.”[89]
Kur’an’da zulüm eden zalimlere,[90] sırf inad ederek kalplerinin imana kapalı olduğunu söyleyenlere,[91] Allah Resulü’ne eziyet edenlere,[92] namuslu kadınlara zina iftirasında bulunanlara,[93] yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranlara,[94] kasten masum bir mümini öldürene,[95] kâfirlere lanet/beddua edilmiştir.[96]
Hadis kitaplarına bakıldığında Peygamber Efendimiz’in (sas) hırsızlık yapan (bir yumurta bile çalan)[97], rüşvet alıp veren, anne babaya isyan eden, sınırları değiştirip başkasının arazisine çöken[98], faiz yiyen[99] gibi 30 kadar kötü özelliğe lanet/beddua ettiği görülür. Bu kötü vasıfların genel manada ortak özelliği insanların ve toplumun hukukuna tecavüz ve zulümdür.
Peygamber Efendimiz (sas); “Mazlumun bedduasını almaktan sakın. Zira gerçek şudur ki Allah ile mazlumun bedduası arasında hiçbir perde yoktur.”[100] buyurmuşlardır. Bu hadis mazlumun beddua etme hakkının olduğuna ve ondan korkulması gerektiğine açık olarak vurgu yapmaktadır. Bu hadis Müslüman toplumlarında şöhret bulmuş, yozlaşma ve ahlakî kırılmalar karşısında mazlumların dayanak noktası olmuştur.
Diğer yandan bütün varlığa mücessem rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (sas), “Ben (La’an) yerli yersiz sürekli lanet eden bir kimse değil, rahmet peygamberi olarak gönderildim.”[101] sözüyle genel karakterini ortaya koymuştur. Peygamber Efendimiz’in (sas) dünya ve ahirette insanları helâke sürükleyecek kötülükleri, negatif özellikleri bildirerek ümmetinin fertlerini ikaz etmesi de O’nun rahmet peygamberi olmasının bir gereğidir. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz bir yandan genel karakterini ve ümmetinde esas olması gerekeni bildirmiş diğer taraftan da mazlumun, mağdurun hakkını korumak için zulmün işkencenin, ihanetin zirve yaptığı anlarda lanet ve beddua etmiştir. Açıktır ki Allah Rasulü’nün (sas) bu tavrı, toplumsal ahlâkın yozlaşmasını önlemeye yönelik bir ikaz ve tedbirdir. Ve bu da onun rahmet olarak gönderilmesinin farklı bir tezahürü sayılmaktadır.
İslam dininde hem dünyada hem de ahirette “hasene” (iyilik) istemek,[102] Allah’ın afv, mağfiret, rıza ve rıdvanını kazandıracak şeylere talip olmak esastır. Bununla birlikte Kur’an ve Sünnet’i bir bütün halinde ele alıp değerlendiren İslam âlimleri, zulme maruz kalan mazlumun, kendisine zulmedene beddua etmesinin caiz olduğunu ifade etmişlerdir.[103]
6. Mülâane ve mübâhale
Bu hususta “mülâane” ve aynı manaya gelen “mübâhale” yapmak caizdir.[104] Mübâhale, “Bir tartışma esnasında haksız ve yalancı olanın Allah‘ın lânetine uğraması için beddua edilmesi, yalancı ve zalim olana birlikte beddua etmek, lânetleşmek” demektir.[105] Yani herhangi bir konuda iki kişi veya gruptan her birinin, anlaşamadıkları bir konu üzerinde, haksız olana Allah’ın lânetini istemeleridir. Ağır da olsa bu uygulamanın bireysel hakların korunumu yanında, toplumsal ilişkilerde ahlakî yozlaşmanın önünün alınmasında önemli bir rolü vardır. Mübâhale/mülâane uygulamasının, diğer tüm ahlakî ve ictimaî çarelerin tükendiği noktada nihai olarak baş vurulan bir yol olduğu unutulmamalıdır. İlişkilerin tıkandığı, zalimin zulmünde ısrar ettiği ve haksız tarafın haksızlığını sürdürdüğü durumlarda, nihai bir çözümü olarak biraz da tedbir ve ikaz amaçlı uygulanan bir yol ve yöntemdir. Zahirî hukukun işlevsiz kaldığı ve barışçıl her yolun tükendiği durumlarda çaresiz duruma düşmüş bir kulun başvurabileceği meşru ve masum bir yoldur. Dünden bugüne pek çok maneviyat rehberi de bu yola başvurmuştur.
Hatta Abdülkadir Geylani, Muhyiddin ibn Arabi, Hasan Şazelî, İmam Gazzalî, Sühreverdî, Ahmed Bedevî, İbrahim ed-Desukî, ve Ahmed Rıfaî, gibi maneviyat rehberlerinin virdlerinde; düşmanlarına, kendilerine kötülük yapanlara, zulmedenlere -herhangi bir hidayet, ıslah kaydı olmadan- yaptıkları beddualar, lanetler vardır. Mesela; “Virdü Cemîi’l-evliyâ ve Cünnetühüm” (Bütün Allah Dostlarının Virdi ve Sığınağı) başlıklı “Evliyaların Kalkanı” adıyla da meşhur dua şöyledir:“Rabbimiz hep kötülük planlayıp tuzak peşinde koşan kendini bilmez nâdanlara fırsat verme. Sen onların birliklerini dağıt.. cemiyetlerini darmadağın et.. menfi emellerini uygulamak için kullanacakları her türlü malzemeyi asla kullanamayacakları bir hale getir.. plan ve projelerini boz.. binalarını başlarına yık.. hallerini değiştir.. ecellerini yakınlaştır.. hiçkimse hakkında hiçbir kötülük düşünmeye fırsat bulamamaları için onları kendi dertleriyle uğraştır ve nihayet onları, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah” ve “Bismillahirrahmanirrahîm” hakkı için güç ve kudretinin şanına yaraşır şekilde cezalandır!.”[106]
Zulüm karşısında çaresizliğin sesi soluğu olan bu duanın benzerini ya da daha şiddetlisini merak edenler, özellikle Muhyiddin ibn Arabî Hazretleri’nin Hizbü’t-Tevhid,[107] Abdulkadir Geylani Hazretleri’nin, Hizbü’n-Nasr,[108] İmam Şâzelî Hazretleri’nin Hizbü’t-Tams[109] ve Hizbü’l-Hıfz,[110] İmam Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin istiâzeleri,[111] İmam Gazzâlî Hazretleri’nin hizbleri,[112] Şihabuddin Ahmed ibn Musa el-Yemenî’nin Hizbü’l-Hucub[113] namlı dualarında yaptıkları beddualara bakabilirler. Bu virdler tarihten bugüne, mümin topluluklar arasında zulüm ve haksızlıklar karşısında günlerce, haftalarca bazı durumlarda da toplu bir şekilde okunmuşlardır.
Dinde, bedduanın olmadığını öne süren Rapor yazarları, Diyanet Vakfı tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisi’nin “Beddua” maddesine bakarlarsa şu ifadeleri görürler: “Dinin zulüm ve haksızlık saydığı geçerli sebeplere dayanması şartıyla, beddua etmenin câiz olduğunu gösteren âyet ve hadisler vardır.”[114]
Bu bağlamda Hocaefendi’nin mübâhalesi üzerinde de durmak icab eder. Hocaefendi’nin duası, mübâhele ve mülâane olarak görülse bile burada üç husus çok önemlidir: Birincisi, Hocaefendi önce kendisini ve gönüllüler hareketini de işin içine katarak dua etmiş, sonra muhataplarını zikretmiştir. İkincisi, isimler üzerinden değil sıfatlar üzerinden dua etmiştir. Öyleyse kim bu sıfatlara sahipse, o duaya muhataptır. Üçüncüsü, bu duayı etmeden önce Hocaefendi yıllarca bütün aklî ve naklî delilleri ortaya koymuş, fakat muhataplar delilden anlamayınca, bütün büyüklerin yaptığı gibi, o da halini Allah’a arz etmiştir. Nitekim mübâhele âyetinde Efendimiz’in delilleri ortaya koyduktan sonra başka çaresi kalmamıştır.
Kur’an’da zulmeden, haksızlıkta direnenlere karşı peygamber duaları zikredilmektedir. Misal olarak, Nuh Suresi baştan sona kadar okunabilir. Bu surede muhataplar, inkâr edenler olsa da bazen mü’minlerle mü’min olmayanlar, zulüm ve haksızlık gibi aynı sıfatları taşıyabilirler. Allah isimlere göre değil, sıfatlara göre muamele eder.
Netice itibariyle Hocaefendi’nin yaptığı dua, içi yanan bir muzdarip gönülden Allah’a sunulmuş bir arz-ı haldir. Fakat yıllarca gösterilen iyi niyetli yaklaşımlardan, yapılan yardımlardan ve gösterilen şefkatten sonra takdim edilen bir arz-ı hal… Duada bahsedilen sıfatlara sahip olmayanlar, bu duadan rahatsız olmamalı. Fakat üzerinde bu sıfatları fazlasıyla taşıyanlara gelince onlar da Allah’tan korkmalı; unutmamalıdırlar ki mazlumun sahibi Allah’tır.
Netice itibariyle dua, bir nevi kulun Allah’a sunduğu bir dilekçedir. İnsan dua dilekçesi ile halini Allah’a arz edip onun ekstra rahmet ve lütfuna davetiye çıkarır. Bu sunulan dilekçede çoğu zaman O’nun engin kudret ve rahmetini ilan eden ifadelerin yanında hali arz sadedinde bir iç dökümü ile zalimlerin cezalandırılması talebi de vardır.
“Dinde beddua yok” demek dünden bugüne maneviyat rehberliği yapan Abdulkadir Geylanî, Hasan Şazelî, İmam Gazzalî gibi büyük zatların zulüm ve mağduriyetler karşısında yaptıkları bedduaları görmezlikten gelmek demektir. Diğer taraftan mazlumun, mağdurun kendisine zulmedenleri Allah’a havale etmesine yasak getirmek, onları haksızlık karşısında susmaları için baskılamak manasına da gelmektedir. Böyle pasif bir ahlâkı insanlara dayatmanın, zulüm ve haksızlık yapanları daha da cesaretlendireceğini ve böylece toplumsal ahlâkın yozlaşmasını hızlandıracağı açıktır.
Ne yazık ki Rapor yazarları saygın bir âlimi ve temsil ettiği gönüllüler haraketini karalama adına 15 asırlık İslamî birikimi, kültürü, geleneği ve inancı görmezden gelmektedirler. Hocaefendi ise ne kadar zulme, haksızlığa, eşkiyalığa maruz kalırsa kalsın beddua etmemekte onun yerine karşısına dikilen medeniyet mahrumu zalimleri Allah’a havale ederek temsil ettiği geleneğin hoşgörü damarını sürekli canlı tutmaya çalışmaktadır. Diğer taraftan Rapor yazarlarının sergilediği bu ayrıştırıcı ve ötekileştirici tutum siyasetin dine tahakkümünü göstermesi açısından üzerinde durmaya değer bir konudur.
7. Devlet büyüklerine saygı
Hocaefendi, hem devlet kurumunun şahs-ı manevisine hem de devlet büyüklerine karşı hep saygılı olmuştur. Onun devlet büyüklerine saygılı davranma ile ilgili şu ifadeleri gayet nettir: “İster gizli ister açık, ister dolambaçlı yollarla ister doğrudan doğruya, ister düello gibi yüz yüze isterse de arkadan bir kısım fırıldaklar çevirmek, bir dizi komplolar kurmak suretiyle, millete rehberlik yapan, insanların güvenini kazanan ve toplum içinde itibar sahibi olan devlet büyüklerine ya da onların ailelerine karşı yapılan sözlü ya da yazılı saldırıları, medya vasıtasıyla fâş edilen dedikoduları ve internet üzerinden neşredilen iftiraları kat’iyen tasvip etmiyorum. O türlü neşriyatı çok çirkin, pek kaba ve edepsizce davranışlar olarak kabul ediyorum.”[115]
Diğer taraftan da Hocaefendi, her konuda sergilediği dengeli tavırla, devletin insanlardan oluştuğuna, insanın ise iyiliklerinin yanında hata ve günahlarının da bulunduğuna, dolayısıyla insandan müteşekkil devlet yönetiminde de hata ve kusurların, yanlışlıkların, hukuksuzlukların olabileceğine, bu itibarla da devlet büyüklerinin kutsanmaması gerektiğine vurgu yapmaktadır: “Devlet bir gaye değildir; o, insanların saadet-i dareyne ulaşmaları hususunda yardımcı bir araçtır. Görevi ise insanların her iki dünyada da huzur ve saadeti bulabilecekleri bir hayat için zemin hazırlamaktır. Onu kutsama, mukaddes sayma gibi bir yanlışlığa düşmeden devlete karşı saygılı olmak bir vatandaşlık vazifesidir.”[116]
Nitekim Kur’an’da yöneticilere dinin çizdiği sınırlar çerçevesinde itaat emredilmiş,[117] hadislerde de bu itaat, Allah ve Resulullah’ın emirlerine uygun olma ve dinin çizdiği meşru dairede yer almakla kayıtlanmışdır.[118] Bu itibarla devlet büyüklerine saygı, onların hukuksuzluk, yanlış ve hatalarını da kabul etme, kutsama manasına gelmemelidir. Aksi taktirde onların zulüm, haksızlık, insan haklarına tecavüz gibi dinin kesinlikle tasvip etmediği gayriahlakî tutumlarını onaylama ve bu tutumlarına meşruiyet kazandırma yanlışına düşülmüş olur.
Hocaefendi devlet büyüklerine saygıyı esas tutmakla birlikte, onlara kutsiyet atfedilmemesinin, hata ve yanlışlarının vasıflar üzerinden dile getirilmesinin bir saygısızlık değil, hakperestlik olduğu kanaatindedir. Onun devlete ve yöneticilere karşı bu müspet/yapıcı tutum ve yaklaşımı, dünden bugüne İslam ulemasının da genel yaklaşımıdır.[119]
Raporun yazarlarının Hocaefendi hakkında kurdukları, “Çeşitli isim, benzetme ve lakaplarla devlet büyüklerini tahkir söylemleri dikkat çekmektedir” cümlesi hazırlanan bu raporun karalama ve siyasî amaçlı olduğunu ortaya koymaktadır. Âlimlerin vazifesi politikacıların her dediğine evet demek olmadığı gibi onların haksızlıkları, zulümleri karşısında da dilsiz şeytan olmak değildir. İslam âlimleri tarih boyunca dinin, hak ve hukukun, ilmin onurunu korumuş ve bu uğurda pek çok zulme ve işkenceye maruz kalmışlardır. Hocaefendi’nin bu çerçevede rol modelleri; türlü türlü işkence ve zulümlere maruz bırakıldığı hapis hayatında, içinde kırk bin hadis bulunan o muhteşem ‘el-Müsned’ isimli eserini yazan Ahmed ibn Hanbel, 20. asrın insanının kendisine muhtaç ve medyun olduğu büyük çilekeş Bediüzzaman gibi devasa imamlardır.
Ulema, tarih boyunca fert ve toplumun devlet tarafından zulme ve haksızlığa maruz bırakılması karşısında dinin muhkemâtını temsil eden bir kale rolü üstlenmiştir. Hocaefendi de bu ulema geleneğinin önemli ve çağdaş temsilcilerinden birisidir. O, hep bu mesuliyet bilinciyle hareket etmiş, gerek gördüğünde ve toplumsal bir ahlakî yozlaşmaya şahid olduğunda, devlet erkânına ikaz ve tembihlerde bulunmaktan geri durmamıştır. Öyle görünüyor ki Rapor yazarları Hocaefendi’nin kurduğu cümledeki sıfatların numara ve drobunun kime uyduğunu görmüş, ifade ve ibareleri kişiselleştirerek yorumlamışlardır.
13. Manevî İtab
Raporda, Hocaefendi’nin, 24.03.1991 tarihli İzmir Hisar Camii vaazındaki şu sözleri naklediliyor: “Ben yer yer hüsnüzannımın altında kaldım, sizi sena ettim, manevi itap aldım, yakamdan tutup hırpaladılar, bu çok yumuşaklık dediler…” (Hisar-7 (Hey Gidi Günler), dk. 20)[120] ve bu alıntıdan şu iddialar çıkarılıyor:
- “Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin bazı karar ve uygulamalarından dolayı birtakım nazik uyarılara muhatap oldukları da belirtilmiş olup (Bakara, 2/35-37; Hûd, 11/45-47; Yûsuf, 12/23-24; Kasas, 28/15; En-fâl, 8/67-68; Abese, 80/1-10) bu durum ‘itâb’ kavramıyla ifade edilmektedir. (“İsmet”, DİA, XXIII, 134-136) Literatürde peygamberlerle ilgili kullanılan bir kavramı doğrudan kendisine nispet etmesi, Allah’la arasında özel bir bağ olduğu iddiasını yansıtmaktadır.”
- “Ehl-i Sünnet itikadında velilerin kerameti prensip olarak kabul edilmiş olmakla birlikte, herhangi bir insan veli olduğunu iddia edemez, kimsenin de veli olduğuna ilişkin
kesin bir kanaat ileri sürülemez. (Bkz. Bekir Topaloğlu, Emâlî Şerhi, s. 75-76). Tasavvuf erbabı, kerameti, gizlenmesi gereken mahrem bir sır olarak telakki etmişlerdir. (Ahmed er-Rufâî, (el-Burhânü’l-Müeyyed, çev. Kudsî-zâde Kadrî, s. 24, 121). Örgüt liderinin konuşmasındaki iddiası ise hem Ehl-i Sünnet inancına hem de tasavvuf geleneğine aykırı olup şahsına bağlı bir kadro oluşturma ve mevcut müntesiplerinin bağlılığını artırma amacına yöneliktir.” [121]
Şimdi yukarıda ileri sürülen iddiaları tek tek ele almak istiyoruz:
1. Metni bağlamından koparma ve yanlış çıkarımlar
Hocaefendi bu vaazında, anlattıklarının dinleyenler üzerinde tesirli olup olmadığına dair çok ciddi bir nefis muhasebesi yapıyor. İslam’ın seviyeli bir şekilde yaşanması ve anlatılmasının önemi üzerinde duruyor. Kendisini dinleyenlerden sahabe samimiyet ve sadeliğinde bir Müslümanlık yaşamalarını ve Kur’an’ın bir temsilcisi haline gelmelerini beklediğini, ama bunun istenilen manada gerçekleşmediğini anlatıyor. Ve bu noktada raporda nakledilen cümleyi kuruyor: “Ben yer yer hüsnüzannımın altında kaldım, sizi sena ettim, manevî itap aldım, yakamdan tutup hırpaladılar, bu çok yumuşaklık dediler…” Sonrasında da vaazlarında tesirli olamadığını, vaazları bırakmak istediğini dile getiriyor. Onun bu isteğini cami cemaati gözyaşları ile karşılıyor. O da bu samimiyet ve ilgiyi görerek derin ve müteessir bir ruh haleti içerisinde, vaazına devam ediyor. Vaazının devamında Müslümanlığın seviyeli bir temsili üzerinde durarak, cemaati böyle yüksek bir temsile teşvik ediyor. Hocaefendi, konuşmasının bu kısmında temsilin tebliğden önce geldiğini heyecanla ve duygulu bir şekilde vurgulayarak, İslam davet ve tebliğinde önemli bir ilkeye dikkat çekiyor. Hocaefendi’nin tevazu ve mahviyetini, samimiyet ve içtenliğini, gözyaşı ve ızdırabını onu dinleyen cemaat görüyor, ama ne yazık ki Rapor yazarları görmüyor; Hocaefendi’nin hüsnüzannını eleştirmek için suizan ediyor. Ne diyebiliriz? “Halkın istidadına vâbestedir âsar-ı feyzi / Ebr-i Nisandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar.” (Belîğ) (Herkesin aldığı feyiz istidadı ölçüsündedir. Nisan yağmurundan sadef inci, yılan zehir kapar.)
2. İtabın umumiyeti
Raporu hazırlayanlar “İtab”ın Peygamber Efendimiz’e özel bir tabir olduğunu, Hocaefendi’nin bunu kendisi için kullandığını ileri sürüyorlar. İtab; bir kimseyi hoşlanılmayan bir durumundan ötürü muhabbet endeksli kınamak ve azarlamak manalarına gelmekte olup[122] özel kullanımı olan bir kavram değildir. Üstelik, Allah Resulü (sas) ile din adına son nokta konulmuş, ondan sonra peygamber ve vahiy gönderme dönemi kapanmıştır. Bu itibarla bir kimsenin kalkıp vahiy yoluyla itap edildiğini söylemesi, peygamberlik iddiası demektir ki bu da küfürdür. Nitekim Hocaefendi, -daha önce de geçtiği üzere- herhangi bir kimsenin Peygamberâne bir vahye ve ilhama mazhariyet iddiasının küfür olduğunu gayet net ifade etmektedir: “Nübüvvet (peygamberlik) zincirinin halkaları bitmiştir; bundan sonra peygamberliğin rüyasına tâlib olmak bile bir saygısızlık ve bir küstahlıktır, hatta küfürdür.”[123] Geriye ilham, rüya, keşf gibi sübjektif bilgi edinme yolları kalır ki -daha önce geçtiği üzere- Hocaefendi, bunların da Kur’an ve Sünnet’in muhkemâtının onayına bağlı sübjektif bir bilgi kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim, onun bu yaklaşımı Ehl-i Sünnet âlimlerinin de temel görüşüdür. Hocaefendi, manen itab edildim diyor ki bu, rüya, ilham ve iç ihsaslar gibi pek çok insanın hayatında söz konusu olabilecek yollarla olabilir. Bu şekilde bir itabın Kur’an’da Peygamber Efendimiz’e (sas) yönelik itablarla hiçbir alâkası yoktur. Zira “ismet” sıfatı sadece peygamberlere özeldir. Buradan Hocaefendi’nin peygamberlere özel bir sıfatı kendisi için kullandığı gibi bir mana çıkarmak çok ciddi bir çarpıtmadır!
3. İtap görünümlü ilâhî beyanlar
Peygamber Efendimiz’e yönelik itabların özel bir manası vardır. Hocaefendi, “Dinimizdeki peygamber telakkisi ve insanlığın iftihar tablosuna karşı edep anlayışımız bu türlü yorumlara katılmamıza manidir.” beyanıyla ilgili âyetlere, “itab ayetleri” denmesinin dahi uygun olmadığı görüşündedir. Ona göre Peygamber Efendimiz’e (sas) yönelik itab görünümlü bu âyetleri şu şekilde değerlendirmek daha isabetli bir yaklaşımdır: “Aslında, Kur’ân-ı Kerim’e bir bütün olarak bakılsa ve bahis mevzuu olan âyetlerin nüzul sebeplerine, siyak ve sibaklarına dikkat edilse anlaşılacaktır ki; itap görünümlü ilâhî beyanlar vesilesiyle ya hasenden öte ahsen ufku gösterilmiş, ya müşriklerin ve münafikların muhtemel saldırılarına karşı Resûl-i Ekrem teyit edilmiş, ya tadil perdesi altında takdir ve iltifatlar dile getirilmiş ya da Rehber-i Ekmel’in şahsında ümmet-i Muhammed’e tembihlerde bulunulmuştur.”[124] Hocaefendi, Peygamber Efendimiz’in varlığının Hak ile bütünleştiğini ve hareketlerinin vahiy ile perçinlendiğini ve kalbinin de Allah’ın hoşnutluğu ile dopdolu olduğunu, bu itibarla onunla ilgili ikaz görünümlü mesajlara; peygamberlik hakikatine, inancına karşı gösterilmesi gereken edebin merkeze konularak yaklaşılması gerektiğinin altını çizmektedir: “Bu itibarla da ikaz görünümlü hitaplarda, başka manalar, değişik hikmetler aramak ve onların bağrındaki tebcil, takdir ve sena mesajlarını kavramaya çalışmak lazımdır.”[125]
Diğer taraftan Hocaefendi’nin ilham, keşif, rüya gibi yollarla olan vâridatla ilgili yaklaşımı da şu şekildedir: “Nebilerin dışındakilere gelince onlar, böyle bir teminatı (ismet sıfatını) haiz olmadıklarından ilham, mevhibe ve vâridâtlarının muteber sayılması, Kitap ve Sünnet mizanlarıyla tartılıp test edilmelerine bağlanmıştır. Ayrıca, bu kabîl mevhibe ve vâridlerin ilzam edici ve bağlayıcı bir yanı da yoktur.”[126]
İnsanların manen itab edilmelerine gelince bu, pek çok insan için söz konusudur. Buradan, bir art niyet olmadıkça, Hocaefendi’nin kendisine bir kutsiyet veya velilik izafe ettiği manası çıkmaz. Nitekim pek çok insan, kendisinin rüyalarla veya hadiselerin diliyle mânen itab edildiğini ifade etmektedir. Kaldı ki Hocaefendi bu tür ilham ve iç ihsaslara pek çok kayıt koymakta ve hepsini teşri sınırlarını temel alarak yorumlamaktadır. Raportörler, Hocaefendi’nin eserlerindeki bu konuya dair, Kitab’a ve Sünnet-i sahihaya uygun sayısız ibare ve ifadeyi ya okumamış veya görmezden gelmişlerdir.
4. Manen itab edilenler
Manen itab ve ikaz edildiğini söyleyen pek çok ilim ve maneviyat rehberi vardır. Bu kimselere şimdiye kadar peygamberlere has bir sıfatı kendileri için kullandıkları ve bununla kendilerine kutsiyet atfettikleri şeklinde bir tenkit yöneltilmemiştir. Mesela, Bediüzzaman Hazretleri pek çok yerde kendisine yapılan manevî itablardan bahsetmektedir. İşte bir örneği: “Bu gelen şuhûr-u selâsenin hürmetine ve Nur şâkirtlerinin sadakat ve ihlâslarının hürmetine, çok ehemmiyetli, hakkımda bir sebeb-i itab ve tokat bir hâdiseyi tamire çalışacağız. Ve gücenmeyiniz. Şöyle ki bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tâzip suretinde mânevî bir şiddetli ihtar ile denildi…”[127]
5. Velilik İddiası
Hocaefendi’nin, ne bu alıntı yapılan yerde ne de binlerce vaaz, sohbet ve sorulara verdiği cevaplarda bir veli olduğu yönünde tek bir ifadesi yoktur. Tersine o, hep düz kulluğa vurgu yapmaktadır: “İyice bilinmesini isterim ki; öncülükten, liderlikten, şeyhlikten fersah fersah uzak bulunuyorum. Ben sadece düz bir Müslümanım.”[128] O her vesile ile kendisini “Allah Resulü’nün, ve Onun sadık bendelerinin bir kıtmiri” olarak görmekte ve vasfetmektedir: “Velilik benim saham değil. Ben veliler bezminde olsam olsam onların kitmîri olabilirim.”[129] Ne yazık ki Hocaefendi’nin bunca eserini incelediklerini söyleyenler, bu eserlerde adeta bir nabız gibi atan tevazu, mahviyet, düz kulluk ifadelerine -her nasılsa- hiç rastlamamışlardır.
6. Keramet ve istikamet
Rapor yazarlarının keramet ile ilgili iddialarına daha önce cevap verilmişti. Fakat iddia ve ithamlarını ısrar ve tekrarla sürdürmeleri nedeniyle, bu hususa bir kere daha açıklık getirme lüzumu hasıl oldu. Hocaefendi, kerametin hak olduğunu ifade etmenin yanında keramete değil, Allah’ın rızasına ve istikamete talip olmak gerektiğine ve istenilmeden gelirse de ketmedilmesi gerektiğine eserlerinde pek çok yerde vurgu yapmıştır. Konuyla ilgili şu örnekleri verebiliriz:
“Talebin kıymeti insanın kıymetini yükseltir; insan talip olduğu şey ölçüsünde kıymet kazanır. Kimisi mala, mülke, bağa, bahçeye; kimisi makama, mansıba, şöhrete, pâyeye; kimisi keşfe, kerâmete, zevke ve hâle tâliptir. Oysa Allah için yaşamanın değerler hanesinde doldurduğu yerleri başka bir şeyle doldurmak mümkün değildir. Bu itibarla, en değerli insan, rıza-yı ilahi peşinde olan ve iman, marifet, muhabbet, aşk u iştiyak istikametinde derinleşmeye çalışan insandır.”[130]
“Keşif, keramet ve ruhanî zevkler de bir çeşit ücrettir. Bunlar da beklenmemeli, istemeden verilince de gizlenmeli; gurur ve kibre değil şükür ve ubudiyette derinleşmeye vesile edilmelidir.”[131]
“Hak kapısının sadık bendeleri çok defa böyle bir harikanın istidrac da olabileceği endişesiyle tevbe, inâbe ve evbe ile Allah’a teveccüh etmiş ve hâlis tevhid adına “ahd ü peyman” yenilemesinde bulunmuşlardır.”
“Ne keşif, ne keramet, ne de harikulâde hâller… Gerçek kıymet “Sadece Rabbim, sadece Rabbim..” mülâhazasındadır. Selef-i sâlihînin, kerametlere “erkeklerin hayız kanı” nazarıyla baktıklarını birkaç kez ifade etmiştim. Bu mülâhaza, fevkalâde hâllere mazhariyetten daha önemli bir mülâhazadır. Bu mülâhazanın birinci basamağı, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını ihsas etmemesi, duyurmaması vardır ki bu doğrudan doğruya merhamet-i ilâhiyenin bir tecellîsidir. Kulun bu mevzuda kararlı olması ve bir tek onun rıza ve hoşnutluğunu talep etmesi de ikinci basamaktır.”
“Bana şu anda kutbiyeti, gavsiyeti de versen, ‘Şah-ı Geylânî oldun’ da desen ve ben de onun gereklerini veya ona bağlı bütün eltâf-ı sübhâniyeyi duysam, hissetsem ve yaşasam, görülecekleri görsem, Hz. Cibril’in sana kurbiyeti içinde azamet-i heykeline şahit olsam… Ben bunların hiçbirisini istemiyorum. Kendi küçüklüğümü kabul edecek bir duygu istiyorum Senden. Kendi küçüklüğümden Senin büyüklüğüne bakmak istiyorum.” İşte böyle bir duygu ve kararlılık, harikulâde şeylere mazhar olmaktan çok daha büyük bir mazhariyettir.”[132]
Hocaefendi, Allah dostlarının kerametle ilgili yaklaşımına vurgu yapmaktadır: “Ahmed Rifâî Hazretleri bu tür harikaların, kadınların aybaşı hâllerini gizledikleri gibi gizlenmesi lâzım geldiğini söylemiş ve daha çok Sünnet yolunu nazara vermiş; benzer bazı büyükler ise daha da ileri giderek, havada uçmayı, batmadan suda yürümeyi birer hayvanî tavır olarak görmüş ve asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına müteveccih bulunmada olduğunu ifade ederek bunun dışındaki bütün fevkalâdeliklerden iradî olarak uzak durmaya çalışmışlardır.”[133]
Hocaefendi’ye göre, peşine düşülmesi ve talep edilmesi gereken “keramet” anlayışı ise şu şekildedir: “Evet, en büyük keramet, arızasız ve aralıksız Kur’an ahlakıyla yaşamaktır ve Allah’a en yakın olanlar da zannediyorum işte bu ruhun temsilcisi olanlardır.”[134]
Hocaefendi, sevenlerine hep sahabe anlayış ve temsili çizgisinde bir Müslümanlık yaşamayı ve dine hizmet etmeyi hedef göstermiştir/göstermektedir. Sahabe mesleğinin örnek alınması gereken en önemli özelliklerinden biri de onların keramet anlaşıyıdır: “Onlar, asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına müteveccih bulunmada olduğuna inanarak bunun dışındaki bütün fevkalâdeliklerden irâdî olarak uzak durmaya çalışmış; iman, mârifet ve muhabbetin dışındaki bütün harikulâde hâllere ve hatta zevk-i ruhanî gibi mazhariyetlere karşı kapalı kalmayı tercih etmişlerdir. Harikulâde hâller yerine, dinin ruhuna uygun yaşama.. güzel ahlâklı olma.. mârifet, muhabbet, ihlâs ve ihsan şuuruyla dolma.. hem hukukullahı hem de kul haklarını gözetme.. Allah’la münasebetlerinde olabildiğine derinleşme… gibi mazhariyetlerin peşine düşmüşlerdir.”[135]
Burada Hocaefendi’nin “keramet”e bakış açısı ile ilgili olarak doğrudan kendi ifadelerinden örnekler naklettik. Durum böyle iken raportörler bir tek kelimeden yola çıkarak “velilik, hatta peygamberlik iddiası”na yol bulmuşlardır. Diyanet raportörlerinin iddialarını hangi ilmî kriterlerle bağdaştırdıkları gerçekten merak konusudur.
7. Vâizin Vazifesi
Rapor yazarlarının Hocaefendi’nin vaaz kürsülerini kendi şahsi kadrosunu oluşturmak maksadıyla kullandığını iddia etmeleri oldukça gülünçtür. Hocaefendi, Diyanet’in bir görevlisi olarak senelerce vaaz vermiş ve emekli olduktan sonra yine aynı kurumun izni ile 1992 yılına kadar vaazlarına devam etmiştir. Herkese açık ve Diyanet’in denetim ve kontrolünde olan câmilerde verilen vaazlarla nasıl “kadrolaşma” yapılır? Bu mantıkla bakılırsa en büyük kadrolaşmayı yüz binden fazla personeliyle Diyanet Teşkilatı resmen yapmış olmuyor mu?
Elbette Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatlarını ciddiye alarak toplumsal pratikte bunları hayata geçirmeye özen gösteren samimi bir takipçi ve izleyici kitle olmuştur. Fakat Hocaefendi’nin yalnızca bir vâiz olmadığı, önemli ve etkili sivil bir toplumsal rehber, bir kanaat önderi ve büyük bir âlim olduğu herkesin malumudur. Dinleyenleri cezbeden, onun dini yaşama ve anlatmadaki samimiyeti, heyecanı, makuliyeti, donanımı, derinliği, ufku, sahabe hayatından örnekler vererek insanları o seviyede bir Müslümanlık yaşamaya teşvik etmesidir. Ayrıca onun bu dinî ve kültürel kimliği yalnızca Türk toplumu tarafından değil, tüm dünyaca bilinmektedir. Hocaefendi yıllardır yalnızca resmi vaaz kürsülerinden değil, her türlü sivil platformdan insanlığa seslenmektedir. Yazdığı çok sayıda kitap onlarca dile çevrilmiş, hakkı haykıran sesi her kesimden insanda aks-i seda bulmuştur. Velhasıl, Rapor yazarlarının Hocaefendi’yi vaaz kürsülerini istismar etmekle suçlamasının hiçbir tutarlı yönü olmadığı gibi, herhangi bir iyi niyetle telifi de mümkün değildir.
8. Vâiz ve örgüt
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı resmî bir vâiz olarak senelerce vaaz etmiştir. Raporu hazırlayanların iddialarında iktibas ettikleri konuşmalar da resmî olarak vaaz ettiği dönemdeki konuşmalarıdır. Türkiye’de pek çok insan, Hocaefendi’nin bu vaazlarını dinlemiştir. Muhtemelen bu raporu hazırlayanların pek çoğu, yakınları, dostları da dinlemiş ve takdirlerini ifade etmişlerdir. Durum böyle iken, camilerdeki vaaz ve irşad faaliyetinin aradan geçen onca yıldan sonra örgüt yapılanmasına benzetilmesi, Hocaefendi’nin örgüt lideri olarak nitelendirilmesi, ilmî değil kriminal bir yaklaşımdır. Ayrıca Diyanet’in resmî görevli bir vâizinin Kur’an ve Sünnet ölçüleri içinde verdiği vaazlardan ötürü, aradan geçen yirmi küsür yıl sonrasında “örgüt lideri” olarak itham edilmesinin, yarın bütün din adamlarının da aynı gerekçelerle yargılanması gibi çok tehlikeli bir yaklaşıma kapı aralayabileceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
14. Danaburnu Böceği ile Manevî İkaz
Rapor yazarları Hocaefendi’nin, Allah’ın azametini, büyüklüğünü anlatırken serdettiği şu sözlerinden değişik iddialar çıkarıyorlar:
“Allah’ın azametini misallendirmek için bir böceğin ıtrahatındaki (dışkı) harikuladeliği ifade ederken nereden geldiğini bilemediğim bir danaburnu, önce başımda bir daire çizdi; sonra da pençeleriyle dudaklarıma yapışarak ağzımı kapattı. Can havliyle danaburnunu elimle tutup attım ve sözüme kaldığı yerden o böcek misaliyle devam ettim. Ancak danaburnu az sonra yine geldi ve pençeleriyle ağzıma bir defa daha kilit vurdu. Neden sonra vicdanımda, “Allah’a karşı bir saygısızlık mı yaptım.” diye ciddi bir endişe oldu. O anda ürperdim ve nerede hata yaptığımın farkına vardım. Evet, Allah’ın azameti ifade edilirken verilen misaller de O’nun azametine yakışır olmalıydı. Bundan dolayı o hayvancık vazifeli kılınarak, Cenâb-ı Hakk’ın azametini dillendiren misalimden dolayı gelip benim ağzımı kapatmıştı. Bu hâdise, yanımdaki insanların dahi anlayıp ürperti duyacakları şekilde açık cereyan etmişti…” (Gülen, Gençlere Pırlanta Ölçüler 6, Fasıldan Fasıla’dan, Muştu Yayınları, 2011, s. 34).
İleri sürülen iddialar:
1. Gülen, bu sözleriyle, yaptığı işlerin ve söylediği sözlerin âdeta manevî gözetim ve denetim altında olduğu görüntüsü vermektedir. Bunun neticesinde de bağlıları, ilahî bir denetime tabi tutulan bir kişinin her söylediğinde ve her yaptığında bir hikmet aranması gerektiği mesajını algılamaktadır. Hâlbuki İslam itikadına göre her insan hata yapabilir. Hata üzerinde bırakılmayanlar sadece peygamberlerdir.
2. Verdiği bu örneğin muhtevasının da nasslarla çeliştiği görülmektedir. Bakara suresinin 26. âyetinde ifade edildiği gibi, “Allah bir sivrisineği veya daha küçük bir şeyi örnek vermekten çekinmez…” (Bakara, 2/26). Nitekim “putların bir sineği bile yaratamayacağı, sinek onlardan bir şey kapsa onu da geri alamayacağı” (Hacc, 22/73) ve “Allah’tan başka varlıklara güvenenlerin ağ ören örümceğe benzediği” (Ankebût, 29/41) şeklindeki misaller âyet-i kerimelerde yer alınca inkârcılar, “Muhammed’in Rabbi sivrisinek ve örümcekle ilgili misaller vermekten utanmıyor mu?” şeklinde söylenmeye başlamışlar, bunun üzerine de “Allah bir sivrisineği veya daha küçük bir şeyi örnek vermekten çekinmez…” (Bakara, 2/26) âyeti nazil olmuştur. (Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, s. 40). Örgüt liderinin bu menkıbesindeki (!) bakış açısının da inkârcı zihniyetle aynı olduğu görülmektedir.
3. Ayrıca bu mizansende olağanüstü bir hassasiyet vurgusu gündeme getirilmektedir. Ancak İslam ulemasının beyanına göre bir insanın dinî konularda diğerlerinden farklı, aşırı bir hassasiyete sahip olduğu imasını taşıyan tavır ve davranışlarda bulunması tekebbürün, başkalarını küçük görmenin ve kendini beğenmenin bir yansımasıdır. (İmam Birgivî, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye, s. 544). Bu sayılan hususlar ise kalpteki manevî hastalıklar arasında zikredilmiştir. Nitekim örgüt liderinin ülkemizi düşürdüğü durum da ancak “hasta bir kalpten” sadır olabilecek bir fitne niteliği taşımaktadır.[136]
Şimdi öne sürülen iddiaları cevaplayalım:
1. Yüce Yaratıcı’nın münezzehiyet ve mukaddesiyeti
Alıntı yapılan yerde Hocaefendi, Bediüzzaman Hazretileri’nin “İzzet ve azamet ister ki esbap, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki esbap, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.” şeklinde ifade ettiği hakikati örneklendirmekte ve Allah Teâlâ’nın icraatı ile ilgili verilen misallerin de Yüce Yaratıcı’nın münezzehiyet ve mukaddesiyetine uygun olması gerektiğinin önemine vurgu yapmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri konuyu izah ederken “Allah, umur-u hasiseye (alçak ve değersiz işler) ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe olmak için, esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.”[137] der. Hocaefendi, verilen örnekte sebeplerin izzet ve azamete perde olduğu konusunda hadiselerin dili ile uyarılmıştır. Onun bu yaklaşımı Allah’a karşı saygılı olmanın gereğidir ve Kur’anî’dir.. Zira Kur’an, Yüce Allah’ın büyüklüğüne, mukaddes ve münezzehiyetine uygun anlatılması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Mesela, Nahl suresi 60. âyette şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın hakkı ise en yüce sıfatlardır. Azîz O’dur, hakîm O!”
Allah Teâlâ, mutlak güç, kudret ve gına sahibidir. Bütün varlık kendisine muhtaçtır. O ise her türlü ihtiyaç ve noksanlıktan münezzeh ve mukaddestir. Sonradan yaratılan varlıklara ait özelliklerden münezzehtir.[138] O’nun kudret ve azameti, icraat-ı sübhaniyesi Zâtına uygun en yüce, mukaddes ve münezzeh sıfatlarla anlatılmalıdır.
Acaba Rapor yazarları, Bediüzzaman’ın “Allah, umur-u hasiseye (alçak ve değersiz işler) ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe olmak için, esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.” yaklaşımının da nasslarla çeliştiği iddiasında bulunacak, Kur’an’dan delil getirmeye çalışacaklar mıdır? Yoksa asıl meseleleri üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek midir?
2. Allah’a karşı edep
Rabbimize karşı mülahazalarımızı seslendirirken en uygun üslubu yakalamaya çalışma Allah’a karşı edepli olmanın ifadesidir. Bu edep dersini bize bizzat Kur’an, peygamber örnekleri üzerinden vermektedir:
Hazret-i İbrahim, hastalıklarını verenin kim olduğunu bildiği halde, “Allah beni hasta eder, sonra da şifâyâb kılar” dememiş; “Hastalığımda O’dur bana şifa veren” (Şuara, 26/80) demiştir. Neden acaba? Çünkü, zahirî yüzü itibarıyla hastalığın bir çirkinliği var. Çirkin bir fiili Allah’a isnâd etmek o seviyedeki bir kalbin ve o dereceki idrak sahibinin edebine münâfîdir. Dolayısıyla, Hazreti İbrahim, olumsuz gibi görülen bir şeyi Allah’a isnad etmemiş; hastalığı kendine, şifayı da Cenab-ı Hakk’a bağlamıştır.
Hazreti Musa, kanun, kural ve kıstas tanımayan ve ne yapacağı belli olmayan tiranlardan, onların işlerini kolaylaştırmamak için kaçmış; Mısır’dan uzaklaşarak Eyke’ye ulaşmış; genel kabule göre, Hazreti Şuayb’ın (ya da herhangi bir salih kulun) kızlarına su çekme ve hayvanları sulamada yardımcı olmuş; sonra da bir gölgeliğe sığınarak, “Rabbim! Lutfedeceğin her nimete muhtacım.” (Kasas, 28/24) demiştir. Aslında onun durumu, sözlerinin kendi haline mutabık olması için, “Allahım, çok acıktım; canım dudağıma geldi. Ayakta duracak takatim, gidecek yerim ve sırtımı dayayacağım kimsem kalmadı. Yedir, içir, karnımı doyur ve bana bir sığınak lutfet.” demesini gerektiriyordu. Fakat, o böyle bir tasrihi edebe münâfî görüyor; pek çok ihtiyacı bulunan bir insan edasıyla sadece halini Allah’a arz etmekle yetiniyordu.
3. Belâ ve musibetlerle ikaz
Hocaefendi’nin, insanın başına gelen şeylerin onun yaptıklarıyla alakalı olduğunu ifade etmesi ve bu konuda kendinden misal vererek dana burnu ile ikaz edildiğini söylemesinin dinin ruhuna uymayan bir yönü yoktur. Bir Müslümanın başına gelen olaylardan ders ve ibret alması Kur’anî bir tavırdır. Zira Kur’an-ı Kerîm’de insanın başına gelenlerin kendi yaptıklarından dolayı olduğu bildirilmektedir: “Başınıza gelen her musîbet, kendi yaptıklarınız(ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.”[139] Nitekim bu âyet nazil olunca Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Müslüman’ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın.”[140]
Her insanın gündelik hayatında yaptıklarından, söylediklerinden ötürü bu türlü ikaz edilmeler söz konusu olabilir. Zaten Kur’an’a inanan bir Müslümanın yaşanılan hiçbir şeyin tesadüfî olmadığını düşünmesi gerekir. Diğer yandan, her mü’minin amellerinin muhasebesini yaparak yaşaması, kulluğunu temkin ve istikametle sürdürmesi adına çok önemlidir. Bu konu, tasavvufî eserlerin muhasebe ve murakabe bölümlerinde geçmekte, samimi ve ihlaslı bir kulluğun gereği olarak gösterilmektedir. Eğer mümin başına gelen belâ ve musibetlerden ders ve ibret almayacaksa, nasıl istikamet üzre yaşayacak ve ihlaslı bir kulluk sergileyecektir? Kulluk bilincinde oldukça öneme sahip olan bu ahlakî esasın, Rapor yazarları tarafından gözardı edilmesi anlaşılır gibi değildir.
4. Nasslarla çelişme iddiası
Hocaefendi’nin verdiği örneğin nasslarla çeliştiği iddiasına gelince, bu tamamen bir çarpıtma ve iftiradır. Zira Hocaefendi’nin bir böceğin ıtrahatı yerine nezih misaller verilmesi gerektiğine vurgu yapmasından yola çıkarak, onun sinek, böcek, örümcek gibi hayvanların Allah’ın varlığına ve birliğine misal verilmesine ters düştüğünü ileri sürmek, hakikati ters yüz etmektir. Zira Hocaefendi, ilgili âyeti tefsir ederken; “sivrisineği, hatta daha ötesinde olanı (ondan daha zayıf bir varlığı)” misal vermek suretiyle Allah’ın kudretinin nazar-ı itibara verilmek istendiğini ve dolayısıyla kâfir ve münafıkların bu tür misalleri kavrayamadıkları için hafife aldıklarını ifade ediyor.[141]
Hocaefendi, kendisi hakkında iddia edilenlerin tam tersine, inanmayanların hafife aldığı bu varlıkların Allah’ın birer sanat eseri olduğuna dikkat çekerek, bu sanat eserlerine olan hayranlığını ifade etmektedir: “Bugün, çoğumuz, kudretin mahkumu insiyaklarla meydana gelen örümcek ağına, bülbül yuvasına, arı peteğine, kunduz hendesesine, sivrisinek maharetine, yılan balıklarının uzun ve dolambaçlı seyahatine ve sevk-i ilâhî ağında daha nelere nelere.. hayretlerle bakıyor ve dehşete düşüyoruz.”[142]
Hocaefendi, Cenâb-ı Allah’a yaptığı dualarda da bahsi geçen canlıların Yüce Yaratıcı’ın varlığına ve birliğine delalet ettiğine dikkatleri çekmektedir:
“Ey Mâbud-u Mutlak!… Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğun ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semavatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzumesi arasında vaz’ettiğin şiirimsi âhengi, ruhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüz binlerce menzilde Sana ait eserlerle Zât’ını tanıyor, tecellîlerinle bütünleşiyor’ ve itminana eriyoruz.”[143]
Bütün bu iddialara mesnet yapılan ve üzerine pek çok iddia ve ithamlar bindirilen alıntıya gelince; orada Hocaefendi, zaten sanat-ı ilahiye karşısındaki hayranlığını anlatırken izzet ve azametin perdedarlığı konusunda uyarılmıştır.
Bütün bunlardan, Hocaefendi ne kadar masumane cümleler kurarsa kursun, rapor heyetinin onu tadlil ve tekfir etmeye baştan kararlı oldukları anlaşılmaktadır. Onlar Hocaefendi’yi dinden çıkmakla, nifakla, dini istismar etmekle, insanları ikna etmek için Kitap ve Sünnet’e muhalif söz söylemekle itham ediyorlar. Oysa, tarihte İslam kelam otoritelerinden, bu kadar kolay ve cür’etli bir biçimde ehl-i, bid’a’nın bile tekfir ve tadlil edildiğine şahid olmadık!
Ulema açık küfür beyanları olmadıkça inançları konusunda her Müslüman hakkında hüsnüzan etmeyi ve kimseyi kolayca tekfir gibi çok tehlikeli ve mesuliyetli bir yolla dışlamamak gerektiğini ısrarla tavsiye ve tembih etmişlerdir. Bu ağır tenbih ve ikazların sebebi de küfrün ukubette (cezalandırma) baş vurulacak nihai nokta olmasıdır. Oysaki şek, şüphe ve ihtimalin olduğu bir yerde kesinlik ve nihailik söz konusu değildir.[144]
İnsanları küfürle itham etmenin ne kadar mesuliyetli olduğuna ve bu konuda çok hassas davranılması gerektiğine Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin “Tekfir” maddesinde de dikkat çekilmiştir: “100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkan tanıyorsa onun Müslüman olduğuna hükmedilir.”[145]
Bütün bunlardan sonra, Rapor yazarlarının ulemanın görüşlerini ve hatta kendi kaynak eserini görmezden gelerek ve öne sürdükleri ithamları çürüten ifade ve beyanları yok sayarak Hocaefendi’yi tekfir ve tadlil edebilmek için her yola başvurmalarını anlamak mümkün değildir.
5. Tekebbür ve kalp hastalığı iddiası
Hocaefendi’nin Allah’ın izzet ve azametine uygun misaller verilmesi konusundaki hassasiyetini ve kendisini sorgulamasını, tekebbür, başkalarını küçük görme, kendini beğenme ve kalp hastalığı olarak görmek bir şeyin tam zıddını iddia etmektir. Üstelik rapor yazarları bu ithamlarına mesnet olarak İmam Birgivî’nin, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye adlı eserinden kendilerince delil getirmek istemektedirler. Oysa ki; İmam Birgivî referans gösterilen yerde, vesvesenin ve âfetlerinin zemmi konusunu ele alırken, “Dinde ve temizlikte hiç kimsede olmayan çok ileri derecede bir ihtiyat ortaya koyarak, insanlara karşı büyüklük taslamak ve kendini beğenmenin[146] gurur ve kibir alameti olduğundan bahsediyor. Raporu hazırlayan heyet Birgivî’nin bu sözlerini bağlamından koparıp delilmiş gibi göstererek, Hocaefendi’nin manevî hastalığına hükmediyor, büyük bir çarpıtma ve insafsızlık örneği sergileyerek sadece Hocaefendi’nin değil, İmam Birgivî’nin de hukukuna tecavüz ediyorlar.
İmam Birgivî’nin belirli şartlar ve sınırlar dahilinde serdettiği mülahazalarını genelleştirip her tevazu gösteren kimseye uygulamaya kalksak acaba nasıl bir tablo çıkar ortaya? Rapor yazarlarının ahlakî kavramları tersine çeviren bu okuma metodunu hangi dindarlıktan ve ilmilikten devşirdikleri ise doğrusu ayrı bir merak konusudur!
6. Komik ve absürt bir ekleme
Raporun siyasî bir hamle oluşunun bir delili de Hocaefendi’den seçilen metinlerle siyasî erkin iddiaları arasında “üstünkörü” bir bağ kurma çabasıdır. Birçok yerde olduğu gibi Rapor yazarları burada da iftiralarını akidevî bir düzlemde sıraladıkları halde, birden -ne alâka dedirtecek tarzda- “Gülen’in ülkeyi düşürdüğü durum” gibi komik ve absürt bir ekleme yapıyorlar. Hocaefendi, alıntılanan kısımda, önce sözüm ona Allah’ın basit mahlukatını onun bir âyeti şeklinde dile getirmeyi uygun görmemiş, sonra böyle hasis bir böceğin kendisine musallat olmasından nefsini pohpohlayacak bir tekebbür çıkarmış, yetmemiş bunu herkesten üstün bir tevazu ve mahviyet örneği olarak kendine mal etmiş, ardından da bunu dinleyiciler üzerinde bir nevi manevî otorite kurmak için kullanmış… Rapora göre tüm bunlar onda akidevî bir sapkınlık ve tekfir edilesi bir dalalet tavrı olarak açığa çıkmıştır! Peki buradan “Gülen’in ülkeyi düşürdüğü durum” gibi bir çıkarıma nasıl ulaşılmıştır? Aslında amaç zaten yeteri kadar açık; Hocaefendi’nin siyaseten terörize, hukuken katl, dinen ve akideten tekfir, ahlâken de tefsîk ve tadlil edilerek iç ve dış kamuoyu nezdindeki imajını sarsmak ve alt üst etmek! İşte aslında raporda alâkasız bir yere iliştirilen bu “Gülen’inülkeyi düşürdüğü durum” cümleciğinin ima ettiği gerçek tam da budur!
[1] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 26.
[2] Gülen, Kırık Testi, 1: 225.
[3] Gülen, Kırık Testi, 1: 223-224.
[4] Buhârî, nikâh 107; Müslim, tevbe 36.
[5] Aliyyü’l-Kâri, (2002), Mirkâtü’l-mefâfih, 5: 2164 (3309)
[6] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 81.
[7] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4: 78.
[8] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4: 82.
[9] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4: 87.
[10] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s.27.
[11] Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 29-30.
[12] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 169.
[13] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 294.
[14] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 151-161.
[15] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 162-166.
[16] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 296-310.
[17] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4: 113-144.
[18] Necm, 53:9
[19] Necm, 53: 9.
[20] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 294.
[21] Gülen, Sonsuz Nur, 1: 592.
[22] Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 168.
[23] Said Nursî, Mektubat, haz., Adnan KAYIHAN-İlhan ATILGAN, İstanbul: Ufuk Yayınları, s. 395.
[24] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 294; 3: 20, 27.
[25] Kuşeyrî, Abdülkerim ibn Hevâzin, Kitabu’l-mi‘rac, Haz., A. H. Abdülkadir, Paris: Dar-ı bibliyon, 2005 s. 75-76; İbnü’l-Arabî, Muhyiddin Muhammed ibn Ali, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev. E. Demirli, İstanbul: Litera Yayınları, 2013, 11: 85-87.
[26] Hücvirî, Ali ibn Osman, Hakikat bilgisi (el-Keşfu’l-mahcûb), s. 359.
[27] Nursî, Mektubat, haz., Adnan KAYIHAN – İlhan ATILGAN, s. 563.
[28] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 294.
[29] Gülen, Çizgimizi Hecelerken, s. 230.
[30] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 44.
[31] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 53.
[32] Gülen, Bahar Neşidesi, s.41.
[33] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 28.
[34] Gülen, Kader 1, dak.23:07-23:25
[35] Saffat, 37: 96.
[36] Gülen, Kader 1, dak.24:00-24:31
[37] Gülen, Kader 1, dak.24:32-24:55
[38] Nursî, Sözler, s. 503.
[39] Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, s. 83.
[40] Buhârî, fezâilü ashâbi’n-Nebî 17; Müslim, radâ 38.
[41] Fethullah Gülen, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, İzmir: Nil Yayınları, 2012, s. 29-30.
[42] Cin, 72:26
[43] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 8: 5415.
[44] Bâbertî, Ekmeleddin, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahaviyye, tahk., Arif Aytekin, Kuveyt: Vizaratü’l-evkâf ve’ş-şuûni’l-İslâmiyye, 1989, s. 84.
[45] Enbiya, 21:23
[46] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 29-30.
[47] Bkz., Nursî, Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam.
[48] Gülen, Fasıldan Fasıla, 1: 131.
[49] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 229.
[50] Gülen, İkindi Yağmurları, s. 101
[51] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Keramet” maddesi.
[52] Gülen, Bahar Neşîdesi, s.107.
[53] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 242.
[54] Gülen, Fasıldan Fasıla, 4: 55-56; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 230-231.
[55] Duhâ, 93: 11.
[56] Gülen, İkindi Yağmurları, s. 104; Gülen, Gurbet Ufukları, s. 161.
[57] Gülen, İkindi Yağmurları, s.106.
[58] Gülen, Yol Mülahazaları, s.41.
[59] Duhâ, 93: 11.
[60] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 8: 5906.
[61] Âlûsî, Ruhu’l-meâni, 11: 23.
[62] Komisyon, Kur’an Yolu, 5: 641.
[63] Kuzaî, Müsned-i Şihâb, 1: 61 (h.n.: 44); Sehavî, Makasidu’l-hasene, 1: 251 (h.n.: 318)
[64] Tirmizî, birr 86 ; Ebu Dâvud, edeb 12.
[65] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4: 18.
[66] Nursî, Mektubat, haz., Adnan KAYIHAN – İlhan ATILGAN, s. 471.
[67] Gülen, Kur’an’ın Altın İkliminde, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 331; Gülen, Vuslat Muştusu, s. 282.
[68] Komisyon, Kur’an Yolu, 2: 230.
[69] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 31.
[70] Fethullah Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, İzmir: Nil Yayınları, 2012, s. 235.
[71] Nursî, Mektubat, s.503.
[72] Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 275.
[73] İbn Hibbân, es-Sahîh 2, 406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1: 483.
[74] Gülen, Yenilenme Cehdi, s. 113; Gülen, Ümit Burcu, s. 25.
[75] Tevbe, 9: 109.
[76] Gülen, Ümit Burcu, s. 236; Gülen, Kendi Ruhumuzu Ararken, s. 50.
[77] Gülen, Prizma 3: 186.
[78] Gülen, Ümit Burcu, s. 52.
[79] Buhârî, vudû’ 69; Müslim, cihâd 107.
[80] Gülen, Diriliş Çağrısı, s. 44; Gülen, Fasıldan Fasıla, 3: 87; Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 36.
[81] Gülen, Kendi İklimimiz, s. 85.
[82] Mâide sûresi, 5: 118.
[83] Gülen, Kendi İklimimiz, s. 85.
[84] Komisyon, Kur’an Yolu, 2: 170.
[85] Gülen, Kendi İklimimiz, s. 85-86.
[86] (http://www.herkul.org/kirik-testi/kirik-testi-zulum-karsisinda-alinacak-tavir/)
[87] Nisa, 4,148.
[88] Mâturîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, 3: 402; Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, 2: 105.
[89] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 3: 1506.
[90] Hud, 11: 18.
[91] Bakara, 2: 88.
[92] Ahzab, 33: 57.
[93] Nur, 24: 23.
[94] Ra’d, 13: 25.
[95] Nisa, 4: 93.
[96] Ahzab, 33, 64.
[97] Buhârî, hudûd 7; Müslim, hudûd 7.
[98] Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned, 1: 108; Müslim, edâhî 44.
[99] Buhârî, libas 86; Müslim, müsakât 106.
[100] Ebu Davud, zekât , 5; Dârimî, zekât , 1 .
[101] Müslim, birr, 87.
[102] Bakara, 2: 201
[103] İbn Âbidîn, Muhammed ibn Muhammed ibn Emin ibn Ömer, Reddü’l-Muhtâr ala dürri’l-Muhtâr Şerhu Tenviri’l–ebsâr, Beyrut: Dâru’l-fikr, 3: 416; Nevevî, el- Ezkâr, s. 479; el-Mevsuatü’l-Fıkhiyyetü’l-kuveytiyye, 20: 269.
[104] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtar, 3: 416.
[105] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Mustafa Fayda, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Mübâhale” maddesi.
[106] Fethullah Gülen, el-Kulûbu’d-Dâria, New Jersey: Süreyya Yayınları, 2020, s. 625.
[107] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 339.
[108] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 236.
[109] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 333.
[110] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 339.
[111] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 128-138.
[112] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 177-191
[113] Gülen, Kulûb-i Dâria, s. 387
[114] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Beddua” maddesi.
[115] Fethullah Gülen, Diriliş Çağrısı, İzmir: Nil Yayınları, 2012, s. 116; Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 92.
[116] Gülen, Ümit Burcu, s. 44.
[117] Nisa, 4: 59.
[118] Buhârî, cihad, 108; Müslim, imâre, 43.
[119] Bkz. el-Mevsuatü’l-fıkhiyyetü’l-Kuveytiyye, 6: 191.
[120] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 33
[121] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s.33.
[122] Zebidî, Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-arûs min cevâhiri’l-Kâmûs , Beyrut: Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, , 1975, “a-t-b” maddesi.
[123] Gülen, Ümit Burcu, s. 10-11; Gülen, Kendi İklimimiz, s. 72; Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, s. 322.
[124] Gülen, Kalb İbresi, s.34.
[125] Gülen, Kalb İbresi, s. 42-43.
[126] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 293.
[127] Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 159.
[128] Gülen, Kırık Testi, s. 100; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 207; Gülen, Prizma, 4: 148.
[129] Gülen, Sonsuz Nur, 2: 153.
[130] http://www.herkul.org/herkul-nagme/199-nagme-telebin-kadar-kiymetlisin-yada-onun-icin-yasamak/
[131] Gülen, İkindi Yağmurları, s. 90.
[132] Gülen, Sohbet-i Canan, s. 22-23.
[133] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 230-231.
[134] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 242.
[135] Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 103.
[136] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s.34.
[137] Nursî, Sözler, 29. Söz
[138] Beyzâvî, Envâru’l-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, 3: 230; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 5: 3104.
[139] Şûra, 42: 30; Âl-i İmrân, 3: 165.
[140] Buhârî, merdâ 1; Müslim, birr 49
[141] Gülen, Kur’an’ın Altın İkliminde, s. 106.
[142] Fethullah Gülen, Günler Baharı Soluklarken, İzmir: Nil Yayınları, 2012, s. 162.
[143] Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 1: 35.
[144] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 3: 285.
[145] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yusuf Şevki Yavuz, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Tekfir” maddesi.
[146] el-Birgivî, Muhammed ibn Ali, et-Tarîkatü’l-Muhammediyye ve’s-siyreti’l-Ahmediyye, Şam: Dâru’l-kalem, 2011, s. 544.