Bu bölümde Hocaefendi’nin vaazlarından İslam büyüklerinin müşahede edilmesi ile ilgili dört ayrı pasaj nakledilerek bazı iddialar öne sürülmektedir. Biz önce nakledilen alıntıları verip ardından onlara bağlı öne sürülen iddiaları inceleyeceğiz.
1.“Büyükler Meclise Teşrif Ediyorlar”
Hocaefendi’nin vaazından aşağıdaki pasaj alınarak, onun ve taraftarlarının sahabe-i güzin ve tabiinin önemli simalarıyla rüyada hatta yakaza halinde/uyanıkken sürekli görüştükleri ve onların cemaat faaliyetlerini desteklediklerini iddia ettiği öne sürülüyor. Alıntı yapılan pasaj şu şekilde: “Çağlara söz geçiren ve mührünü vuran büyük insanlar birden bire bulunduğumuz bir meclise geldi… Eskilerin, vücudu mevhibe-i rabbani dedikleri yapıların, manevi yapının, rüyada değil, hakikatte de bu türlü tecellileri oluyordu… Materyalistler bunu kabul etmeseler bile bu meselenin binlerce müşahidi vardır. Eskilerin yakaza dedikleri durumda da müşahedeler olur. Çağlara bir mühür gibi adını vuran, bir nam olarak, nam-ı celil olarak… Gelecek nesillere intikal edecek olan büyükler bir meclise teşrif ediyorlar… Bu işin başındaki zat “biz buraya gelmişdik. Efendimizle görüşme vardı planda. Oysa bakıyorum Efendimiz burada yok sallallahu aleyhi ve sellem… niye Efendimiz yok burada?” Orada biri edeple” Cennetteydi Efendimiz cehenneme giden ümmetini çıkarmaya gitti” diyor… Bunun üzerine onlar da orada oturmuyor, cennetin yamaçlarında olan cehenneme doğru yola çıkıyorlar… bir ses duyuyor “sizin nurunuz cehennem ateşini de söndürecektir.” (İman ve Aksiyon 2, dk. 30:00-35:00, 25 Mart 1990 İzmir Şadırvan Camii)
Rapor yazarlarının delil olarak kullandığı bir diğer alıntı da şu şekildedir:
“Çağlara söz geçiren büyük insanlar meclisimize geldi. Bazan perispirileri eskilerin vücudu mevhibe-i Rabbanî dedikleri yapıların, manevi yapının rüyada değil hakikatte de bu tür tecellileri oluyordu. Her şeyi maddede arayan ve manaya karşı gözü kör olan, aklı gözüne inmiş, sadece gördüğü şeylere inanan bir kısım banal materyalistler bunu kabul etmeseler bile, bu meselenin müşahidi binlerce insan vardır. Eskilerin “yakaza” dedikleri durumda da görmeler, müşahade etmeler olabilir… Büyükler bir meclisi teşrif ediyorlar. Meclis bunlarla şerefleniyor…Bu işin başındaki zat; “Biz buraya gelmiştik Efendimiz ile görüşme vardı planda. Oysaki bakıyorum Efendimiz burada yok sallallahu aleyhi ve sellem. Niye Efendimiz yok burada? Orada biri edeple diyor ki “Cehenneme giden ümmetini çıkarmaya gitti. Cennetteydi, burası da cennetin yamaçlarıdır. Siz buraya girdiniz. Ama Efendimiz arkada kalan, takılıp kalan, nefse uyan, günahın zebunu olan insanları kurtarmak için gitti. Yol yorgunluğu vardır, mahşer yorgunluğu vardır. Sırat geçmişliğin yorgunluğu vardır. Hesabı vermenin ağırlığı vardır sırtlarda. Ama ayağını büküp oturmadan. Oradakiler girenler baştaki hepsinin hissiyatına tercüman olarak Efendimiz insanları cehennemden çıkarmak için gitmiş de bizim tabyelenecek yerimiz orasıdır, der. Cehennemin kenarı. Ve oturmadan geriye dönerler. Adım adım cehenneme yaklaşırken acaba o cehennemin alevleri o korkunç ilelmerkez gücüyle bizi içine çekip mahvetmesin. Yakmasın. İçime berd u selam saçan bir ses duydum. Bu ses: “İnşallah sizin nurunuz cehennemin ateşini de serinletecektir. Ve sizi zayıf bir hadisle anlatılan bir ufka çekeyim. İman nuruyla sıratın üstünden geçenler geçiyor. Nur nara dokunuyor ve söndürüyor. Cehennem çığlık olup feryad ediyor. Çabuk geçin ateşimi söndürdünüz, diyor.” Dünkü ile bugünkü yan yana geliyor. Hasbilik ve diğergamlıkla yaşamada ne fark var diyorum? Bu metafizik gerilim kazanılınca Allah’ın izin ve keremiyle bunu kazandığınız takdirde cehennemi de aşacaksınız. (-1:34:03) (https://www.youtube.com/watch?v=gqzXJycMxGg)
2.Hasan Basri, İmam-ı Azam Ebû Hanife ve Mevlana, Üniversite Projesi Çiziyor(!)
Hocaefendi’nin vaazında anlattığı aşağıdaki kısım naklediliyor: “…Size bir müşahede arz edeyim. Böyle şeyleri cami kürsüsünden arz etmeyi önceleri düşünmüyordum. Ama size semanın iltifatını, Resûlullah’ın iltifatını ketmedemezdim. Kıtmir hizmetten uzaktır… Ama zorla götürülürse hizmet eder… Size böyle bir zorla götürülüşün neticesini arz edeceğim: Birkaç arkadaşım, sen de bulun, demişlerdi, alıp bir mektep yeri, bir üniversite yeri, bir arsayı görmek için beni bir yere götürmüşlerdi… çalılık, taşlık bir yerdi. O çalılığın ortasında birkaç insan oturuyordu. Nuranî insanlardı. Yanlarına sokulmaya karar verdiler. Yanlarına gittik, ben istizan istedim. Sizler kim olasınız ki dedim. Tabiinin efendisi Hasan Basri idi. Orda Numan ibn Sabit Ebu Hanife vardı. Celaleddin-i Rumi vardı. Çeşitli asrın büyük insanları bir araya toplanmış sizin yapacağınız Üniversitenin krokisini, mana aleminde çerçevesini ortaya koyuyorlardı… Sizin yeniden dirilişinizin çok önemli hususlarını bir araya getiren, bu önemli imamları bir arada görünce, bilhassa bu hususu dikkatlerinize arz ediyorum. Sizin hizmet çerçevenizin, yeni dirilişteki durumunuzun çerçevesini tam vermek için Hasan Basri’den Mevlana’ya uzanan bir çizgide bu heyetin bir araya gelmesi sizin adınıza çok önemlidir. Cesaret alınca sordum, bir başka zaman. Müşahit…onlara soruyor: Acaba biz nasıl hizmet yapıyoruz? Sözcü Hasan Basri diyor ki -zaman kulak kesilsin, dinlesin-… “Siz öyle bir Hizmet ortaya koydunuz ki sahabenin hizmetinden farkı yok…” Müşahit, ellerinde beyaz bir defter olduğunu, bu defterde hizmet erlerinin isimlerinin yazılı olduğu başta bir mühür gibi çağa ismini basan, bir düşünce çığırı açan zatın ismi vardı… hatta Samsunlu hoca vardı. Samsunlu hoca Mehmed Ali hocaydı… Acaba benim de ismim var mı diye merak ettim. İsimlerin hepsini göstermediler. Zira adı silinmiş olan, isimler üzerine çapraz işaretler vardı… silik isimleri merak ettim. Göstermediler…” (İman ve Aksiyon 1. dk 28:47 vd.)
3. Hz. Ali ve Abdülkadir Geylânî, Cemaatin Arasında
Bu başlık altında önce; “09.04.1989 tarihinde Pendik’te yaptığı konuşmasında ise meclislerine yeni isimleri dâhil etmektedir” denilerek bir iddia ve ithamın ardından alıntı yapılıyor: “…Belki şu anda sıkışmışsınız. İğne atsan yere düşmez sözüyle ifade edilecek mahiyettesiniz. Ama ruhaniler için maddî yer bahis mevzu değildir. Zannediyorum bu drahşan nasiyeler arasında Şah-ı Geylanî’lerden Hz. Ali’lere kadar bir sürü evliya, ebrar ve asfiya sizinle beraber belki şu anda bu camiye gelmişlerdir. Belki Cenab-ı Hakk’ın size ihsan edeceği feyizden onlar da istifade ediyor. Belki sizin kuvve-i maneviyenizi takviye ediyor. Belki sizin için te’yidatta bulunuyor. Belki tavassut ediyor, vesile oluyor. Belki dualarınızın hakka ulaşmasında araya giriyorlar. Belki ya Rabbi ne olur bunlar için diyorlar, sizin için yalvarıyorlar. Ehl-i keşif ehl-i mükâşefe bunu görüyor. Bize sadece nakletmek düşüyor.” (Pendik-1 (Kendimizi Sorgulama), dk.10:21)
Burada hemen bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Bir önceki iddia ile ilgili olarak alıntı yaptıkları vaazın tarihi “25 Mart 1990”dır. Bir sonraki iddiada alıntı yapılan Pendik vaazının tarihi ise “09.04.1989”dur. “Pendik’te yaptığı konuşmasında ise meclislerine yeni isimleri dâhil etmektedir.” deniyor. 1990 yılında söz konusu edilen bir meclise, nasıl 1989 yılında yeni isimler ilave edilmesi mümkün değildir. Rapro yazarları muhatapların tarihlere dikkat etmeyeceğini düşünerek rahat rahat yazmışlar.
4.Hz. Aişe Validemiz, Kadın Cemaatinin Arasında
15.04.1990 tarihinde Süleymaniye Camii’nde yaptığı bir konuşmasında ise yapısına mensup kadın cemaati de motive etmeyi ihmal etmemektedir. Bu bağlamda Hz. Aişe (r.a.)validemizden bahsettikten sonra O’nu kast ederek:“… anam bağışlasın beni, belki de buradadır, bacılarımız ile beraberdir”. (Süleymaniye-04-Nefse Karşı Büyük Kavga- 15.04.1990.divx; dk. 1:23:00vd.) demektedir.
Rapor yazarları Hocaefendi’nin vaazlarından nakledilen müşahede ve rüyalardan sonra, aşağıdaki iddia ve ithamları öne sürmektedirler: “İslam itikadına göre ölümle birlikte insanın dünyaya yönelik tasarrufu ve mükellefiyeti biter, dünyaya dönme imkân ve ihtimali de ortadan kalkar. Çünkü bu dünya imtihan alanı, ölüm sonrası hayat ise hesap verme evresidir. Dolayısıyla vefat etmiş olan insanların ne kadar büyük zâtlar olursa olsun tekrar dünyaya gelip yaşayanların arasında gezinmeleri ve onlarla ilgili birtakım tasarruflarda bulunmaları söz konusu değildir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.” (Bakara, 2/141) Sahabe, tabiîn ve müctehid imamlardan vefat etmiş olanların tekrar dünyaya dönüp yaşayanların arasına katılarak birtakım tasarruflarda bulunduklarına dair ne bir örnek ne de muteber bir bilgi nakledilmiştir. Tam aksine fakihler, derecesi ne kadar yüksek olursa olsun ölmüş kimselerin ruhlarının yaşayanlar arasında hazır bulunup birtakım tasarruflar yaptıklarına inanmanın, kişinin imanını zedeleyebileceğini söylemişlerdir. (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, II, 321; V,134; Şeyhizâde, Mecmeu’l-enhur, I, 691.)”
Devamında da Hocaefendi’nin cemaate menfaat temin etmek için, nakledilen müşahedeleri senarize ettiği iddia edilmektedir: “ Konuşmaların bağlamları da dikkate alındığında öyle görünüyor ki, yapıya büyük maddi katkılar sağlayacak birtakım insanların ikna edilebilmesi için Gülen, geçmiş İslam büyüklerinin cemaatinin arasında yer aldığını ve faaliyetlerini desteklediğini söylemek suretiyle güçlü bir psikolojik atmosfer oluşturmayı hedeflemektedir. Doğal olarak Hz. Aişe validemiz kadın mensupları arasında dolaşırken; Hz. Ali, Hasan-ı Basrî, İmam Ebû Hanife, Mevlana, Abdülkadir Geylânî de erkek cemaatinin arasında dolaşacak ve örgüte bağışlanacak arsaları ne kadar beğendiklerini ifade edecek ve projelere katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla bu isimlerin halkımız nezdindeki saygınlığını istismar etmek amacıyla bilinçli olarak seçildiği anlaşılmaktadır.”
İnceleme
Şimdi öne sürülen iddia ve ithamlara maddeler halinde cevap vermeye geçiyoruz. Değişik boyutlarda farklı hayat mertebeleri vardır. Allah dostları, yüce Yaratıcı’nın özel lütuflarına mazhardır. İddialara delil olarak, konu ile alakası olmayan referansların verilmesi bir çarpıtmadır. İslam alimlerinin rüyada görülmesi pozitif mana ifade eder. Hocaefendi’nin konuşmaların bütünlüğünden ve bağlamından koparılarak ele alınması bir çarpıtmadır. İslam alimlerine göre insanları hayırlı işlere teşvik amacıyla, şer’î bir hükme veya dinî bir kaideye muhalif olmayan müşahede, rüya ve keşifler anlatılabilir. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi rüya ve müşahede uydurmakla itham etmek çok ciddi bir su-i zandır. Hocaefendi, cami kürsüsünden naklettiği müşahedelerle maddi bir talepte bulunmamaktadır.
1. Farklı boyutlarda yaşanan hayatlar: Kur’an-ı Kerîm’de her insanın vefat edeceğini bildiren ayetlerin yanında şehitlerin ölmediğini ve farklı bir boyutta hayat sürdürdüklerini bildiren ayetler vardır. Allah Teâlâ, şehid olanların farklı bir boyutta yaşadıklarını ve rızıklandırıldıklarını bildirmektedir: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rab’lerinin indinde (katında) yaşarlar, rızıklanırlar. (Ali-i İmran, 3, 169.)” Ayette geçen “Rab’lerinin indinde (katında) yaşarlar” ifadesi, onların hayatlarının bizim tarafımızdan görülemediğini bildirmektedir. Tıpkı meleklerin hayatını göremediğimiz gibi. Peygamberler, şüphesiz ki şehitlerden daha faziletlidir. Şehitler hayatta olduğuna göre peygamberler öncelikli olarak hayattadırlar ve şehitlerden daha üst seviyede bir hayata mazhardırlar. Kur’an’da, “Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar! (Nisa,4,69.)” buyrulmaktadır. Zikredilen bu ayette peygamberler insanlığın zirvesinde olduğuna, onlardan sonra da sıddıklar, şehitler ve salih insanların geldiğine işaret edilmektedir. Sıddîk, doğruluğa kilitlenmiş, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) getirdiği mesaja yürekten inanmış ve onu milimi milimine yaşayan ve imanı başka insanlara örnek olan kimsedir. Dolayısıyla şehitlerden daha üst bir seviyede olan sıddıkların farklı bir boyutta hayat yaşamaları söz konusudur.
Hayat, sadece bizim içinde bulunduğumuz fiziki dünyadan ibaret değildir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği üzere farklı hayat mertebeleri vardır. Bizim hayatımız çok kayıtlarla sınırlı olduğu halde, kabir ehlinin, şehitlerin, ruhanilerin ve peygamberlerin değişik hayat tabakaları vardır. Mesela, Bediüzzaman şehitlerin yaşadıkları hayat boyutu ile ilgili şöyle bir yorum getirmektedir: “Nass-ı Kur’ân’la şühedânın, ehl-i kubûrun fevkinde bir tabaka-yı hayatları vardır. Evet, şühedâ, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı, âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar.. kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kubûrun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedânın lezzetine yetişmez.[1]”
Bediüzzaman, şehitlerin kabirdeki diğer insanlardan daha farklı bir hayat yaşadıklarına bu şekilde vurgu yaptıktan sonra, onların kendilerini sağ bildiklerine, bu durumun sayısız vaka ve rivayetle sabit ve kesin olduğuna Hz. Hamza’yı örnek göstererek anlatmaktadır. Şehitlerin efendisi Hazreti Hamza’nın (radiyallâhu anh) kendine sığınanları koruması, onların dünyaya ait işlerini görmesi ve gördürmesi gibi defalarca şahit olunan pek çok hadisenin, onların farklı bir hayat tabakasında yaşamalarını aydınlatıp ispat ettiğine dikkatleri çekmektedir.
Bediüzzaman, Hz. İdris ve İsa’nın (a.s.) farklı bir hayat tabakasında yaşadığını, onların beşerî ihtiyaçlardan sıyrılarak meleklerin hayatı gibi bir hayat mertebesine girerek nuranî bir letafet kazandıklarını ifade etmektedir.
Nitekim, vefatlarından sonra Peygamber Efendimiz, sahabe, tabiin ve Allah dostları ile yakazada görüşen pek çok insan vardır. Tabii bu görüşmeler farklı bir boyutta, ruhî ve manevi bir temessül ile olmaktadır.
Tasavvufta kalp ve ruh ufkunda yaşayan bazı insanların ruhlarının değişik yerlerde görülmesi, “misalî vücud”, “Vücud-u mevhibe-i Hakkânî veya Rabbanî ” gibi tabirlerle ifade edilmiştir. Nitekim, İslam tasavvufunda Allah dostlarından olan, “Ebdâl ” denilen kimselerden bahsedilir. Bunlar bir anda değişik yerlerde görülme özelliği olan insanlardır.
Daha öncede üzerinde durulduğu üzere, vefat eden insanların ruhları, perispirileri değişik meclislere gelebilirler. Ve onları, keşf ve müşahedeye açık insanlar görebilir. Nitekim Diyanet tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisi “Müşahede” maddesinde, vefat eden insanların daha sonra görülmeleri şu şekilde ifade edilmiştir: “Başlangıçta “Hak ile kulu arasındaki perdelerin teker teker kalkıp ilâhî tecellilerin temaşa edilmesi” anlamına gelen müşâhede, sonraları “melekleri veya ölülerin ruhlarını, onların kabirdeki hallerini görme, gayba ait bazı hususları görüp onlardan haber verme” mânasında da kullanılmıştır.”
Bu konuda pek çok misal nakledilmektedir. Ayrıca çağımız alimlerinden Bediüzzaman’ın Eskişehir ve Denizli’de hapishanede iken, camide namaz kılarken görülmesi , Sultan Abdülhamit’in hacca gitmediği halde defaatle hacta müşahede edilmesi meşhurdur. Ayrıca spiritüalizm, parapsikoloji, ve metapsişik konularda yazılan kitaplarda ruhun perispirisinin veya dublesinin değişik yerlerde görülmesi ile ilgili pek çok örnekler verilmektedir.
- Allah dostlarına özel iltifat: Evliyaullahın Kur’an ve Sünnet’te, Allah’ın hususi iltifatlarına mazhar oldukları bildirilmiştir. Onlar “ibâdî-ibâdünâ” (kullarım-kullarımız) diye nitelendirilen ve Yüce Allah’ın kendisine izâfe ettiği özel kullardır. (Bakara 2, 186; Kehf 18, 65) Bunlar, kendilerini şeytanın kolaylıkla etkileyemediği kimselerdir. (Hicr 15, 42, 49; İsrâ 17, 53). İhlâs yörüngeli hayat yaşarlar. (Hicr 15, 40; Sâd 38, 83). Salaha kilitlenmişlerdir. (Tahrîm 66, 10). Korku ve hüzünden kurtulmuşlardır. (Zuhruf 43, 68). Onların arasına katılanların cennete gireceği vaad edilmiştir. (Fecr, 89, 29-30), Allah’ın sevdiği ve Allah’ı seven, (Mâide 5, 54), doğruluğa kilitlenmiş, takvâ sahibi, sabırlı, tevekkül ve ihsan ehli (el-Bakara 2/ 195; Âl-i İmrân 3, 76, 146, 159; Hucurât, 49, 3) kimselerdir. Allah ile aralarında dostluk ilişkisi bulunan Allah dostları da bu vasıflara sahiptir (Yûnus 10, 62-64).
Hadis-i şerifte evliyanın Allah’ın hususi lütuflarına mazhar olacağı bildirilmiştir: “Her kim Benim velilerimden bir veliye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona ilan-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli ve yürümesine vasıta olan ayağı olurum (Hâsılı; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden bir şey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyanetim altına alırım.[2]”
İslam’ın kalp ve ruh hayatını ele alan mutasavvıflar Kur’an ve Sünnet’de bildirilen bu özelliklerin velîlik ile alakası üzerinde ciddi durmuş ve bu konuda eserler yazmışlardır. Ebû Nuaym’ın Hilyetü’l-evliyâ ve tabakatü’l-asfiyâ’sı, Sülemî’nin Tabakatü’s-sûfiyye’si, Ferîdüddin Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sı misal olarak zikredilebilir. Tasavvufta velîlerin ayırt edici özelliklerinden bahsedilmiş ve özellikle dualarının makbul olduğuna ve “himmet” lerinin önemine vurgu yapılmıştır. Evliyanın bu özelliklerinin vefatlarından sonra da devam ettiği Diyanet İslam Ansiklopedisi “Velî” maddesinde de ifade edilmiştir: “Hayatta iken yaptıkları dualarla ve himmetiyle insanlara faydalı olan evliyanın bu özelliği, tasavvuf inancına göre vefatından sonra da devam eder, buna “tasarruf” adı verilir.” Yine aynı kaynakta, velîlerin farklı faziletlerine dikkat çekilmiştir: “Bir velîde dinî ve ahlâkî fazilet, mânevî hal diğer niteliklerine göre daha belirgin ve baskın olabilir. O velî bu özelliğiyle diğerlerinden daha üstün kabul edilir. Meselâ, hakikatleri resmetme ve fenâ haliyle Bahâeddin Nakşibend, kuvvetli tasarrufta bulunması ve imdada yetimesiyle Abdülkadir-i Geylânî, ilim ve feyziyle Ebü’l- Hasan Şâzelî (doğrusu Şazilî olacak), olağanüstü haller göstermesi ve fütüvvetiyle Ahmed er-Rifâî, merhamet ve şefkatiyle Ahmed el-Bedevî, cömertliğiyle İbrâhim ed-Desûkî, irfan ve kemaliyle Muhyiddin İbnü’l-Arabî, muhabbet ve aklıyla Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, gaybet ve mahviyet haliyle Şehâbeddin es-Sühreverdî, vecd ve cezbe haliyle Necmeddîn-i Kübrâ öne çıkan sûfîlerdir.” (Ahmed Ziyâeddin Gümühânevî, s.19).
Allah dostlarının kerametlerini anlatan, “Menakıb” , “Tezkire” ,”Reşehat” , “Makamât” , Nefehât” gibi isimler altında pek çok eser yazılmıştır.
Hocaefendi’nin bahsettiği, Hz. Ali ve Abdulkadir Geylânî’nin ihlas ve samimiyetle dine hizmet edenlerle ilgisi ve onlara manevi desteği, Bediüzzaman Said Nursî tarafından “İhlas Risalesi” adı verilen ve en az on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği eserinde, şu şekilde ifade edilmektedir: “Bilirsiniz ki, Hazreti Ali (radiyallâhu anh) o mucize-vârî kerâmetiyle ve Hazreti Gavs-ı Âzam (kuddise sirruh), o hârika kerâmet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binâen iltifat ediyorlar ve himâyetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri, ihlâsa binâen gelir.” Devamında Üstad Bediüzzaman, bahsi geçen maneviyat rehberlerinin yardımcı ve destek olması ile ilgili çok önemli bir noktaya da vurgu yapıyor: “Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz kardeşlerinizin nefislerini nefsinize –şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde– tercih ediniz. Nursi, Lemalar, 21. Lema, Üçüncü Düstur, s. 271.)”
3. Referans çarpıtması: İddialara delil olarak konu ile alakası olmayan referansların verilmesi bir çarpıtmadır. Rapor yazarları, vefat eden insanların daha sonra herhangi bir yerde ve zamanda görülemeyeceğine, tasarrufta bulunamayacağına dair İbn Nüceym’in el-Bahru’r-râik’i (V, 134); Şeyhîzâde Damad’ın, Mecmau’l-enhur’u, (I, 691) referans göstermektedirler. Delil olarak gösterilen yerlere baktığımızda “Peygamber, kabirde mümin mi yoksa kafir mi? bilemiyorum!” diyen kimsenin bu ifadesinin kendisini dinden çıkaracağından söz edilmektedir. Fıkıh kitaplarındaki bir müslümanı dinden çıkaran sözler olarak nakledilen bu ifadelerin konu ile bir alakası yoktur. Zira, Peygamber Efendimiz’in imanı hakkında tereddüt eden bir insanın dinden çıktığından bahsediliyor. Oysa ki, üzerinde durulan konu Allah Resulü’nün, sahabenin, evliyanın veya bir başka insanın farklı bir boyutta temessülünün veya perispirisinin görülmesi ile alakalıdır. Bu itibarla verilen kaynakların delil olarak gösterilmesi çarpıtmadan başka bir şey değildir. Üstelik Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) vefatından sonra ruhen ve manen yaşadığı ile ilgili pek çok hadisi, yazılan kitapları görmezlikten gelerek alakası olmayan bir ifadeyi delil olarak öne sürmeyi de ilim ve insafla bağdaştırmak mümkün değildir.
4. Evliyanın rüyada görülmesi: İslam alimlerinin rüyada görülmesi pozitif mana ifade eder. Hocaefendi’nin naklettiği müşahedelerin ne manaya geldiğine bakmak lazım. Büyük hadis alimi İmam Nablusî’nin rüya tabirleri ile ilgili eserine baktığımızda şunları görüyoruz: Mütekaddimundan (hicri ilk üç asır uleması) veya müteahhirundan (hicri 3. Asırdan sonra gelen alimler) birini rüyada görmek bir müjdedir. Gören şahsın kıymetinin yüksekliğine, onun bildiği ile amel ettiğine ve hayır ve güzellikle yad edileceğine işaret eder. İslam alimlerinin rüyada görülmesi görenin ilminin artması şeklinde yorumlanmıştır. Zira ulema, yeryüzünde Allah’ın mesajını insanlara anlatan kimselerdir.
Yine aynı konu ile ilgili olarak, rüyada bir yerde mütekaddimundan bir alim görülüyorsa o yerdeki insanlar şayet bir üzüntü, sıkıntı, kıtlık içinde iseler Allah onlara bir çıkış yolu lütfeder, üzüntü ve kederlerini giderir.
Hocaefendi’nin naklettiği müşahedede, Hasan el-Basrî, İmam Azam gibi mütekaddimunun en önemli alimlerinden bahsedilmektedir. Bunların müşahede edilmesi İmam Nablûsî’nin rüya tabirlerinde yaptığı yoruma göre bir müjdedir. Hocaefendi’nin; gençliğin elinden tutup onların eğitimi için okul, dersane, yurt açan, maddi manevi onlara destek olan insanlara, yaptıkları bu hizmetlerden dolayı rüya ve müşahedelerle iltifat edildiğini, müjde verildiğini anlatmasının yadırganacak bir yanı olmasa gerek.
5. Parçacı yaklaşım ve manipülasyon: Rapor yazarları Hocaefendi’den naklettikleri pasajların yer aldığı vaazların bağlamıyla ilgili olarak, toplumu manipüle etmeyi ve bunu ranta dönüştürmeyi hedeflediği iddia ve ithamında bulunuyorlar; “Konuşmaların bağlamları da dikkate alındığında öyle görünüyor ki yapıya büyük maddi katkılar sağlayacak birtakım insanların ikna edilebilmesi için Gülen, geçmiş İslam büyüklerinin, cemaatinin arasında yer aldığını ve faaliyetlerini desteklediğini söylemek suretiyle güçlü bir psikolojik atmosfer oluşturmayı hedeflemektedir. Doğal olarak Hz. Aişe validemiz kadın mensupları arasında dolaşırken; Hz. Ali, Hasan-ı Basrî, İmam Ebû Hanife, Mevlana, Abdülkadir Geylânî de erkek cemaatinin arasında dolaşacak ve örgüte bağışlanacak arsaları ne kadar beğendiklerini ifade edecek ve projelere katkı sağlayacaktır. Dolayısıyla bu isimlerin, halkımız nezdindeki saygınlığını istismar etmek amacıyla bilinçli olarak seçildiği anlaşılmaktadır.”
Hocaefendi’nin bahsi geçen vaazları izlendiğinde, bağlamın iddia edildiği gibi rant devşirme olmadığı görülecektir. Onun vaazlarının “bağlamı” Kur’an, Sünnet, sahabî anlayış ve temsili çerçevesinde müslümanlığın yaşanması ve bu çizgide bir neslin yetiştirilmesidir. Nitekim Hocaefendi’nin ilgili vaazına bakıldığında onun hitap kitlesinin, camiyi lebalep dolduran ve çoğunluğu gençlerden oluşan cemaat olduğu görülür. Hocaefendi, iradesinin hakkını verip mabede koşan bu gençlerin Allah nezdinde nasıl tebrik ve takdir edileceğine işaret ediyor. Dine hizmet etme mesuliyet ve şuurundan bahsediyor. Hayatlarını bu şuurla yaşayanların yardımcısının Allah, rehberinin Peygamber Efendimiz (s.a.s.) olacağına vurgu yapıyor. Devamla Hz. Ali ve Allah dostlarının kendilerine zahîr (yardımcı, destekci) olacağına dikkatleri çekiyor. Bu maneviyat rehberlerinin manevi alaka ve irtibatından söz ederek, “iyi işlerinizden dolayı sevinecek ve huzur içinde olacaklar, fena işlerinizden dolayı da dilgir olacak dağidar olacaklar” diyor ve rapor yazarlarının naklettiği ifadelerle vaazına devam ediyor. Kur’an ve Sünnet ışığında bir müslümanın nefis ve mesuliyet muhasebesi üzerinde durarak kişinin ancak kendi kulluk performansı ile kurtulabileceğine vurgu yapıyor. İhlas, samimiyet ve adanmışlık ruhuyla dine, imana Hizmet eden insanların, Allah’ın özel iltifatlarına mazhar olacaklarını, evliyaullah tarafından da manen destekleneceklerini ifade ederek onları teşvik ediyor.
Hocaefendi bu vaazında sahabenin iman ve aksiyonunu ve onların çizgisinde gidenleri misallerle anlatıyor. Onlar gibi yaşamaya zamanın engel olamayacağına vurgu yaparak sahabi gibi yaşamaya çağırıyor. Dünyevî hiçbir beklentiye girmeden, müthiş bir metafizik gerilimle dine, imana hizmet eden Halid b. Velid gibi sahabilerden misal veriyor. Daha sonraki dönemlerden de sahabe çizgisinde çok sade bir hayat yaşayarak müslümanlığa büyük hizmetler eden ve vefat ettiğinde de geriye kullandığı birkaç eşyadan başka bir miras bırakmayan, Selahaddin Eyyübî ve Osman Gazi’yi örnek olarak zikrediyor. Aynı vasıflara sahip olunduğunda zamanın aşılacağına ve sahâbî çizgisinde seviyeli bir müslümanlığın ortaya konulacağına vurgu yapıyor. Gözyaşlarıyla, gönlünün sesiyle kendisini dinleyen ve çoğunluğu genç olan cemaate bu seviyede bir müslümanlık yaşamayı hedef gösteriyor. Hocaefendi’yi dinleyen camii cemaati de gözyaşları ve gönül heyecanıyla anlatılanlara iştirak ediyor. Hocaefendi hedef göstermenin yanında, bunun bir ütopya olmayıp yaşanabilirliğini de günümüzden misallerle anlatıyor. İmanlı ve eğitimli bir neslin yetişmesi için her türlü fedakarlığı göğüsleyerek eğitim kurumları açan insanlardan örnekler veriyor. Onların bu gayretlerinin rüya ve müşahedelerle takdir ve tebrik edildiğini söylüyor. Raporda alıntı yapılan kısmın hemen devamında da şunları söylüyor: “Ve sizi zayıf bir hadisle anlatılan bir ufka çekeyim. İman nuruyla sıratın üstünden geçenler geçiyor. Nur nara dokunuyor ve söndürüyor. Cehennem çığlık olup feryad ediyor. Çabuk geçin ateşimi söndürdünüz! diyor.” Ve devam ediyor: “dünkü ile bugünkü yan yana geliyor. Hasbilik ve diğergamlıkla yaşamada ne fark var diyorum? Bu metafizik gerilim kazanılınca Allah’ın izin ve keremiyle bunu kazandığınız takdirde cehennemi de aşacaksınız.” (-1:34:03) (https://www.youtube.com/watch?v=gqzXJycMxGg) İşin doğrusu bu tasvirî ifadeler bir hadisten alınmıştır. Hadis-i şerif şu şekildedir:
إِنَّ النَّارَ تَقُولُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ: يَا مُؤْمِنُ جُزْ فَقَدْ أَطْفَأَ نُورُكَ لَهَبِي
“Kıyamet günü cehennem (sırat köprüsünden geçerken): “Ey mümin! Çabuk geç. Senin nurun benim alevimi söndürdü.” (Beyhakî, Şuabu’l-îman, 1, 577 (No: 369); Hakîm Tirmizî, Nevadiru’l-usul, 1, 128; Heysemi, Mecmaü’z-zevaid, 10, 360 (No: 18446)). Uzun yıllar Kur’an’ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından da uzak durarak onunla bütünleşmiş bir bedene, Allah’ın neden böyle bir lütfu olmasın ki! (AliyyülKâri, Mirkatü’l-Mefatih, 4, 1475) Hocaefendi bu konuşmasında bu hadiste ifade edilen hakikati ve manayı, hitabet üslubu içerisinde dinleyicileri teşvik ve tergib mahiyetinde bir üslupla dile getirmektedir. Her konuşmacı hatip, doğal olarak cemaati teşvik ya da tergib maksatlı bu tür örneklemeler yapar. Dindarlık hakikati hemen hemen pratik örneklemeler üzerine kuruludur. Hiçbir hatip cami kürsüsünden bu tür örneklemeleri herhangi bir çıkar, menfaat ya da otorite devşirmek için kullanmaz. Zira vaaz kürsüleri nihayet va’z-u nasihat makamı yapılardır, herhangi bir maddi çıkar, otorite ya da menfaat elde edilmeye müsait mevkiler değildir.
Diğer yandan, Hocaefendi, Diyanet’in kendi resmi izni ile o kürsülerden vaaz etmiştir. Böyleyken, kendine ve cemaatine maddi menfaat ve manevi otorite sağlamak gibi alakasız bir iddia ile itham edilebilmektedir! Hocaefendi’nin ne bu bahsi geçen vaazında ne de diğer vaazlarında hiçbir zaman cami cemaatinden maddi bir talepte bulunulmamıştır. Merak edenler, Hocaefendi’nin vaazlarına iştirak edenlere sorabilirler. Gel gör ki rapor yazarları, Hocaefendi’nin vaazlarının bütünlüğünü ve zeminini kaydırarak; sahabeden, tabiinden, mezhep imamlarından ve maneviyat büyüklerinden manevi teşvik amaçlı verdiği samimi örneklemeleri, dinleyicilerin maddi varlıklarını kendine ve cemaatine devşirmek niyetiyle yaptığını iddia edebilmektedirler.
6. Rüya ve hayra teşvik: İslam alimlerine göre insanları hayırlı işlere teşvik amacıyla, şer’î bir hükme veya dinî bir kaideye muhalif olmayan müşahede, rüya ve keşifler anlatılabilir. İslam Fıkıh Metedolojisi’nin en önemli alimlerinden İmam Şatibî bu hususu şu şekilde ifade etmektedir: “Keşif vb. şeylerin dikkate alınıp, onlarla amel edilebilmesi için mutlaka şer’î bir hüküm ya da dînî bir kaideye ters düşmemesi gerekmektedir. Dînî bir kaide ya da şer’î bir hükmü ihlâl eden bir şey haddizatinda hak olan bir şey değildir; o ya hayaldir ya vehimdir ya da şeytanin ilkâsi (telkini) olmaktadır.” Bu açıdan baktığımızda Hocaefendi’nin cami kürsüsünden cemaate naklettiği rüya ve yakaza gibi şeylerde dinin ruhuna uymayan, dinî bir hükme ters düşen bir taraf bulunmamaktadır.
Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ümmetinden cehennemdeki bazı kimselere şefaat ederek onları oradan çıkarıp cennete koyması ile ilgili naklettiği müşahede, dinde aslı olan bir meseledir. Zira Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ümmetine şefaat etmek için cennetten çıkıp cehenneme gireceği ve oradan şefaat ettiği müminleri çıkarıp cennete koyacağı rivayetlerde bildirilmektedir. Bu itibarla bir insan rüya, yakaza v.s. yollarla bu bildirilenleri müşahede edebilir. Müşahedeleri dinin ruhuna uygun olduğu müddetçe, gerek ilgili şahıs gerekse başkaları için terğib ve terhib endeksli değerlendirilebilir.
Diğer taraftan öğleyin yapılacak vaazı dinlemek için sabahın erken saatlerinde gelip camiyi dolduran gençlerin sahabenin ruhaniyatı ile takdir ve teşvik edilmesinin de dinin ruhuna uymayan bir tarafı yoktur. Günah işlemek veya Allah’a isyan endeksli bir araya gelmeler için böylesine bir takdir ve teşvik nakledilseydi işte o zaman dinî değerlerin suistimalinden bahsedilirdi/bahsedilmesi gerekirdi. Yine aynı şekilde Hocaefendi’nin Kur’an ve Sünnet merkezli sahabe anlayış, temsil ve adanmışlık ruhu ile dinî değerlere bağlı bir neslin yetişmesi için yapılan fedakârlık ve hasbilikleri takdir ve teşvik eden müşahedeleri anlatmasında da bir mahzur yoktur.
7. Rüya ve müşahede uydurma: Rapor yazarları, Fethullah Gülen Hocaefendi’yi, yalan rüya, yakaza veya keşf anlatmakla itham etmektedirler. Güya Hocaefendi, bu rüya ve yakazaları senarize etmiş hatta yerine göre senaryoya ilaveler yapmıştır. Böyle bir itham dünden bugüne Peygamber Efendimiz’i (s.a.s.), sahabeyi, evliyayı mukaddes mekanları rüyalarında gören alimleri, maneviyat rehberlerini, salih insanları su-i zan altında bırakmak ve itham etmek manasına gelir. Dinin en küçük adabını bile ihmal etmeden yaşamaya çalışan, kılı kırk yaran bir helal-haram hassasiyetiyle hayat süren insanlar neden yalan rüyaya tenezzül etsin ki! Zira yalan rüya anlatmak hadiste bildirildiği üzere Allah’a karşı büyük bir iftira atmaktır: “En büyük yalanlardan birisi kişinin görmediği halde yalan yere rüya uydurmasıdır. (Buhari, Tabir 45.)” Nitekim bir ayette: “Yalandan bir söz uydurup onu Allah’a mal eden veya Allah’ın âyetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir? (Yunuz, 10: 17.)” buyrulmuştur.
Hocaefendi, hayatı boyunca sıdk ve doğruluğun Kur’an ve Sünnet’te ne kadar hayati bir öneme sahip olduğuna ve bir müslümanın hayatında riayet etmesi gereken en önemli kriter olduğuna vurgu yapmış ve o çizgide yaşamıştır/yaşamaktadır. Diğer taraftan yalanın insanı mahveden, onu cehenneme götüren bir nifak alameti olduğuna dair ayet ve hadisleri her vesile ile dile getirerek ondan uzak durulması gerektiğine çok ciddi dikkat çekmektedir.
8. Cami kürsüsü ve maddi talep: Asrımızda sahabeyi, sahabe çizgisinde bir müslümanlık anlayışını başta Anadolu insanı olmak üzere bütün dünyaya anlatan, sevdiren en önemli alimlerden birisi Hocaefendi’dir. Hocaefendi, hemen her vaaz ve sohbetinde örnekleri sahabeden vererek onlar gibi yaşamaya teşvik etmiş; fakat “şuraya şu kadar verin” gibi bir ifade kullanmamış; cami çıkışına mendil sererek/serdirerek bunu ranta çevirmemiştir. O, sahabe çizgisinde bir neslin yetişmesi için fedakarlığın, hasbiliğin, sahabîcesinden bahsetmiş; onu dinleyen, anlattıklarına, tavsiyelerine itimad eden insanlar imkanlarını seferber edip eğitim müesseseleri açarak, talebeye eğitim imkanı sağlamışlardır. Hocaefendi’nin rehberliğinde yapılan hizmetlerin dinin ruhuna uygunluğu ve makuliyeti, insanları desteklemeye sevk etmiştir. Nitekim, toplumun her kesiminden insan da bu hizmetleri desteklemiştir. Bu devasa hizmetleri yalnızca bir rüya ve yakaza anlatımına bağlamak çocukça bir iddiadan başka bir şey değildir. Madem insanlar bu kadar kolayca rüya ve yakaza ile ikna edilebiliyor, o zaman buyursun Diyanet İşleri, binlerce hatibini, camisini, kürsüsünü kullanarak insanları böyle devasa müesseseler yapmaya ikna etsin, binlerce gencin giderek dini hayata mesafe koyduğu; deizme, ateizme, agnostisizme yönelmeye başladığı günümüz Türkiyesi’nde bu gençlerimize dini duygu, fedakarlık ve ideal aşılasın! Hocaefendi’nin yarım yüzyıldır insanları samimiyet ve ihlasla hayra teşvik etmedeki gayret ve hamiyetinin semereleri ortadadır. Tüm bu gayretlerin bir rüya ve yakaza semeresi olduğunu bir lise talebesi bile iddia etmez. Hele hele birkaç rüya veya yakaza senaryosu üzerinden insanların manipüle edilerek para, arsa vs. yardımında bulunduğu iddiası yalnızca gülünç değil, akıllara ziyan bir iddiadır! Onbinlerce fedakâr Anadolu insanının aklına da, iman ve teslimiyetine de inandığı tüm manevi ve ahlaki değerlere de hakarettir.
[1] Nursi, Mektubat, Birinci Mektup, s. 25.
[2] Buhari, Rikak 38.