Bu başlık altında Hocaefendi’nin medyum ve kâhinlere itibar ettiği, bütün kadir gecelerini, mutlak gaybı, insanların akibetini, Arafat’ta kaç kişinin haccının kabul olduğunu bildiğini; cinleri, şeytanı, melekleri, Peygamberleri müşahede ettiğini iddia ettiği gibi ithamlar öne sürülmektedir. Öne sürülen iddiaları cevap vermeye geçiyoruz.
1.Medyum ve Kâhinlere İtibar Etme
Rapor yazarları, Gülen’in eserlerinden bazı alıntılar yaparak onlar üzerine değişik iddialar öne sürmektedirler. Önce yapılan alıntıları verelim: “Dünyanın meşhur medyumları vardır. Bunlardan bir tanesi de Ester Robinson. Medyumlar gözlerini yumunca mavera-ı tabiattan haber verirler sizlere… Bu meselenin müşahitlerinden bir tanesi olarak tereddüt etmeden itiraf ediyorum ki, medyumun medyumiyet anında söyledikleri şeyler o yerlerde katiyen bulunuyor. Bu gaybden haber vermek değildir, bu şehadettir, açıkta olan bir şeydir. Ama medyum bu bir ruhi degajmanla, ruhun bedenden infisaliyle, bedenin kaydından tenin tenceresinden kurtulmasıyla pişmiş oluyor. Pişmiş bir ruh bu mevzuda size sarsılmaz hükümler getiriyor. Sizin dünyanızın dışında buudlarda yaşıyor. Velinin kerameti, nebinin mucizesi bununla izah edilir. Ama biri dava-ı nübüvveti ispat, öbürü dava-ı velayeti ispat. Bu ise ruhen terakki etmiş bir insanın bu mevzudaki terakkisini ispat için kullanılır. Bu tür şeyler nebinin mucizesini, velinin kerametini, ruhen terakki etmiş birinin terakkiyetini ispat için kullanılır.” (02 Sesli Vaazlar-1/Melekut Alemi/1978-03-10_Melekut Alemi-02.mp3 dk. 29:15 vd.)
Konu ile ilgili bir diğer alıntı da şu şekilde:
“Dünya çapında meşhur Amerikalı Davis/Davsin var. Bu ileriye matuf şeyleri eski kâhinler gibi cinlerinden, şeytanlarından haber alarak söylüyor. Mesela gazeteler yazıyor. Kennedy’nin öleceği anı, günü, nasıl öleceğini haber veriyor. Sen falan gün zinhar dışarıya çıkma, diyor. Haber gönderiyor, hayatta bu bugün. Zinhar falan yere gitme, diyor. Ben çok korkunç bir şey hissediyorum. Bir duman var senin başında, başını yiyecekler senin diyor. Ancak gazeteler yazdıktan sonra meseleyi öldü diye, haberini ilan ettikten sonra âlem onun sözünün doğru olduğunu görüyor. Bu medyum dünya çağında medyumlardan falan tarihte şu olacak diyor, mesela Amerikan doları falan tarihte oynayacak diyor. Bizim bulunduğumuz mekân buudlarının dışına trans haliyle çıkmadan bu meseleleri bilmesine imkân yoktur.” (02 Sesli Vaazlar-1/Melekut Alemi/1978-03-17_Melekut Alemi-03.mp3 dk. 31:48 vd.)
Rapor yazarları, yaptıkları alıntıyı delil göstererek Gülen’in medyumların verdiği haberlerin kesinlik taşıdığını, kâhinlik ve onun bir türü olan medyumluğu meşrulaştırdığını iddia ettiğini öne sürüyor ve onu İslam’ın temel bilgi kaynaklarının asla tasvip edilemeyeceği bir yaklaşımda bulunmakla itham ediyorlar.
İnceleme
İddialara delil olarak yapılan alıntılar bütünlüğü içinde incelendiğinde rapor yazarlarının tadlil amacıyla bağlamından kopararak alıntı yaptıkları görülmektedir. Zira Hocaefendi, alıntı yapılan vaazda meleklere imanın, iman esaslarından birisi olduğunu anlatıyor. İnsanın sağında ve solunda meleklerin olduğunu, söylenilen, yapılan şeylerin melekler tarafından kayıt altına alındığını bildiren ayetleri okuyor. Materyalist bakış açısıyla bakanların meleklerin, ruhanilerin, metafizik varlıkların mevcudiyetini inkâr ettiğini bunun ise doğru olmadığını değişik açılardan açıklıyor. Meleklerin, ruhanilerin varlığını kabul etmeyenlere karşı, ruhun dublesinden, metafizik varlıklardan deliller getiriyor. İnsanın, ruhunun nurani bir kılaf halinde, dedublaman halinde ölüm anında çıkışını müşahede eden batılıların yaptığı yayınlardan örnekler veriyor. Bir diğer delil olarak da materyalist bakış açısına sahip insanların bile medyumların trans halinde iken gördüklerinden, verdikleri haberlerden doğru çıkanlar olduğuna misaller veriyor. Batıda, medyada, üniversitelerde bu konuların, konuşulduğunu, pek çok örneklerin nakledildiğini, üzerinde deneylerin yapıldığını anlatıyor. Ve bütün bunları da melekut aleminin, metafizik dünyanın varlığına ve meleklerin mevcudiyetine ve onlara inanmanın önemine vurgu yapmak için anlattığını gayet net bir şekilde vurguluyor. Materyalist bir bakış açısıyla melekleri, ruhanileri, metafizik varlıkları inkâr etmenin doğru olmadığına delil olarak anlatıyor. Devamında da “ilim dünyasında bunlar, beşerin naşir-i efkarı olan gazetelerde neşrediliyor, üniversite mahfillerinde profesörler tarafından neşrediliyor, insanlık buna sesini çıkarmıyor.” (02 Sesli Vaazlar-1/Melekut Alemi/1978-03-10_Melekut Alemi-02.mp3 dk. 32:47 vd.) Sahabeden, Allah dostlarından bu konuda örnekler veriyor. İlim adamının, medyumun, Allah dostlarının, bütün bu müşahedelerinin bir metafizik dünya olduğuna, meleklerin, ruhanilerin varlığına delil olduğuna vurgu yapıyor. Hocaefendi’nin medyumlardan bahsetmesi onların gaybı bilen, her söylediklerine inanılması gereken insanlar olarak değil, onların ruhi degajmanlarının materyalist bir dünya tarafından bile kabul edildiğini, parapsikolojide üzerinde durulduğunu dolayısıyla metafizik varlıkların, meleklerin inkâr edilmemesi gerektiğine delil olarak zikrediyor. Nitekim birçok Batı ülkesinde parapsikoloji merkezleri faaliyet gösterdiği gibi parapsikoloji üniversitelerde lisans, lisansüstü ve doktora seviyesinde ders olarak okutulmaktadır. Ne var ki rapor yazarları Hocaefendi’nin yaklaşımını cımbızlayarak onun medyumların, kahinlerin söylediklerinin doğru olduğuna inanılması gerektiğini iddia ettiğini söylüyorlar. Diğer taraftan Hocaefendi medyumların, kahinlerin verdikleri verecekleri haberlerin doğruluğuna güvenilemeyeceğini, onların cinlerden aldıkları yalan-yalan bilgileri naklettiklerine dikkat çekmiştir. O, cinlerin Kur’ân’da bildirildiği üzere, “Levh i Mahv ve İsbat”ta olan şeylere muttali olmaya çalıştıklarını; oradan gözlerine ilişen bilgileri alıp daha sonra da onları kendi hesaplarına değerlendirebileceklerini bazen de böyle hırsızlık sonucu elde ettikleri şeyleri, kendilerine açık insanların kulaklarına fısıldadıklarını; fakat verdikleri bilgilerin Peygamberimizin (s.a.s.) bildirdiği üzere yüzde doksandokuzunu kendi kattıkları yalanlarla dolu olduğunun altını çizmiştir. Devamında da kendisinin medyumluk ile ne kastettiğini ve onların verdikleri bilgilere itibar edilip-edilmeyeceğini şu şekilde ifade etmiştir: “Günümüzdeki görülen şekliyle medyumluk, yine cinlerle irtibattan ve onların verdiği haberleri aktarmaktan başka bir şey değildir. Aslında gerçek mânâda medyumluk, zaman ve mekân üstü bir hâl alma demektir ki, bu, dünü ve yarını bugünle beraber görmeyi netice verir. Bu mertebedeki bir medyum, bir kısım hâdiseleri önceden haber verebilir ya da geçmişteki hâdiseleri anlatabilir. Ama bunların verdikleri, verecekleri haberler iltibastan hâli olmadığı için bir kıymet-i harbiyesi yoktur.”
Hocaefendi, neden bir kıymet ifade etmediğini de şu şekilde açıklamıştır: “Büyücüler, kâhinler ve Parapsikoloji’nin değişik dallarıyla meşgul olan kimseler de sizin önünüze çok fevkalâdeden şeyler koyabilirler. Onların ortaya koyduğu bu şeyler, Allah’a yakınlığa, salih amellere ve ihlasa da dayanmaz; dolayısıyla, Allah’ın maiyyetine, Cenabı Hakk’ın hıfz, riâyet ve inayetine dayanmayan bu harikulâdelikler kat’iyen bir kıymet ifade etmez. Çünkü, bir şeyin kıymet ifade etmesi, Allah’la münasebetine bağlıdır.”
Hocaefendi, medyumların, yoga yapanların, riyazat, çile gibi değişik yollarla ruh gücüne ulaşabileceklerini veya ruha kendi gücünü kazandırarak bunları yapabileceğini değişik vesilelerle ifade etmiş ve parapsikolojinin bunlarla ilgilendiğini de ifade etmiştir. Bununla birlikte Hocaefendi, gayet net bir şekilde eserlerinde medyumluk ve kahinliğin meşru olmadığını ve asla tasvip etmediğini gayet net ifade bir şekilde ifade etmiştir: “Dünyada en sevmediğim insanlar; kâhinler, cinden-periden bahsedenler ve “Cinlerim haber verdi…” diyen medyumlardır. Nasıl severim ki onları! İnsanlığın İftihar Tablosu, “İsabetli bile olsa birisi gaybten haber verse–hafizanallah– küfre girer. Bir diğeri de onu tasdik etse o da küfre girer.” buyurmaktadır. Bu sebeple böyle bir meseleye karşı onlara ne alâka duymamız, ne tasdik etmemiz, ne taraftar olmamız, ne de o işin yanında bulunmamız söz konusudur. Biz, Kur’ân’ın ve Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındayız.”
2.Bütün Kadir Gecelerini Bilme İddiası
Raportörler, Gülen’in eserlerinden şöyle bir alıntı yapıyor: “ … zaman üstü olan bir insan dünü, öbür günü, geçen seneki veya birkaç sene önceki Kadir gecelerini, gelecek bütün Kadir geceleriyle beraber görebilir.” (Gülen, Sohbet-i Cânan, Nil Yayınları, İstanbul, 2013, s. 21) ve bunu delil göstererek, Kadir Gecesinin Ramazan ayında ve genel görüşe göre Ramazan’ın 27. gecesinde olduğunu bununla birlikte, Ramazan’ın son on gününün tek gecelerinde aranması ile ilgili de rivayetlerin bulunduğunu fakat hangi gece olduğunun gizli tutulduğunu buna rağmen Gülen’in geçmiş ve gelecek bütün Kadir Gecelerinin zaman üstü(!) birtakım insanlarca bilinebileceğini iddia ettiğini ileri sürüyorlar.
İnceleme
Önce alıntı yapılan yere bütünlüğü içinde baktığımızda, asıl konunun Kur’an’ın zaman ve mekân üstü hitabının insan ruhunda duyulup hissedilmesi ile ilgili olduğu görülmektedir. Hocaefendi, Kur’ân’ın bütün zaman ve mekanlara hitap eden mesajının, tilavet ederken günlük hayat ile tevafukların yaşanması, Yüce Mesaj’ın adeta insanı takip on göre mesajlar vermesinin sorulmasını, Bediüzzaman Hazretlerinin yaklaşımıyla; kalp ve ruhun hayat derecesinde yaşayanlar tarafından duyulup, hissedebileceği şeklinde cevap veriyor.
Risalelerde de anlatıldığı üzere, geçen seneki ve meselâ dünkü Kadir Gecesi, çok yakın oldukları hâlde onlara ulaşamayız. Bir sene bekleyip, senenin günlerini dolaşırsak tekrar Kadir Gecesi’ni yakalarız. Fakat zaman üstü olan bir insan, dünü, öbür günü, geçen seneki veya birkaç sene önceki Kadir gecelerini, gelecek bütün Kadir geceleriyle beraber görebilir. Onları aynı anda idrak edebilir. Çünkü o, meselelere ruhun ufkuyla bakar. Ruh ise, mekânla kayıtlanamaz, zamanla sınırlanamaz.” (Gülen, Sohbet-i Canan, s. 21) devamında bu şekilde zaman üstü yaşamanın herkes için mukadder olmadığını, ulaşılması çok zor olan bir zirve olduğuna vurgu yapıyor.
Hocaefendi, alıntı yapılan yere bütünlüğü içinde bakıldığında bu yaklaşımının Üstad Bediüzzaman kaynaklı olduğunu ifade etmektedir. Rapor yazarları ise cımbızlama mühendisliği yaparak o kısma almamışlardır. Bediüzzaman, “velâyet-i kübra” denilen, sahabe veliliğinin, berzah yoluna uğramadan doğrudan doğruya zahirden hakikate geçip Cenâb-ı Hakk’a akrebiyetin ortaya çıktığı bir velilik yolu olduğunu; bu yolun gayet kısa olduğu halde makamının çok yüksek olduğuna dikkat çekmektedir. O, bu yaklaşımını Kadir gecesi üzerinden misallendirerek anlatmıştır. Kadir gecesine ulaşmak için iki yol olduğunu; birincisinin bir sene dolaşarak, bir senelik mesafenin aşılarak bu yakınlığın kazanılabileceğini bunun da seyr ü sülûk yolcularının mesleği olduğunu, tarikat ehlinin çoğunun bu yoldan gittiğini.
İkincisi ise zamanla sınırlı olan maddî cismin kılıfından sıyrılıp uzaklaşarak ruhen yükselerek, dünkü Kadir gecesini öbür günkü bayram gecesiyle beraber bugün gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla sınırlı değildir. İnsanın hisleri ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişler. Başkaları için geçmiş ve gelecek olan vakitler, onun için şimdiki zaman hükmüne geçer.(Nursi, Mektubat, On Beşinci Mektup, s. 83.)
İşte bu temsile göre dünkü Kadir gecesine ulaşmak için ruhun hayat mertebesine çıkıp geçmişi bugün gibi hazır görmek gerekir. Şu anlaşılması zor sırrın esası Allah’a akrebiyetin açığa çıkmasıdır. Nitekim Bediüzzaman Diğer taraftan Hocaefendi, eserlerinde pek çok yerde Kadir gecesinin gizli olduğunu; çoğunluğun görüşü olarak Ramazan’ın son on gününde, aranması gerektiğini ifade etmiştir: “Fahr-i Kâinat Efendimiz, Kadir Gecesi’nin vaktini biliyordu. Fakat bir gün “Kadir gecesinin hangi gün olduğunu söyleyecektim, dışarıya çıktım, baktım ki iki insan birbiri ile mü- nakaşa ediyor. Onlarla meşgul olurken Kadir Gecesi bana unutturuldu.” (Buhârî, fazlu leyleti’l-kadr 2; Müslim, sıyâm 213.)buyurmuştu; buyurmuş ve bu sözüyle hem mü’minler arasındaki en ufak bir ihtilaf ve kavganın kendisini nasıl derinden yaraladığını ve hem de Kadir Gecesinin gizli kalmasında bir hikmet-i ilâhiye bulunduğunu işaret etmişti. Resûl-i Ekrem aleyhisselâm Kadir Gecesi’ni ramazan-ı şerifin son on gününde, tek gecelerde aramayı tavsiye buyurmuştu.” (Buhârî, fazlu leyleti’l-kadr 3; Müslim, sıyâm 205.)
“Esmâ-i Hüsnâ arasında İsm-i A’zam, Cuma gününde “vakt-i icâbe”, vakit namazları içerisinde “Salât-ı vustâ”, insanlar arasında veli kullar, Ramazan’ın son on gününde Kadir Gecesi, bütün taat ve ibadetler içerisinde Allah’ın hoşnutluğu, kâinatın ömründe kıyamet ve ferdin hayatında da ölüm anı gizli olduğu gibi, günahlar ve şerler arasında da öyle cürümler gizlidir ki, onlar bir anda insanı tepetaklak hâle getirebilir ve onun felâketine sebebiyet verebilirler.” Devamın da bu gizliliğin hikmeti olarak da müminlerin sürekli uyanık olmalarına, hep dikkatli davranmalarına ve devamlı Allah’a sığınmalarına vesilelik yaptığına dikkatleri çekmiştir.
Hocaefendi, Kadir gecesinin zamanı ile ilgili çoğunluğunun görüşünü bu şekilde vurgulamanın yanında onun sene içerisinde aranması gerektiğini ve bunun için her gecenin ihya edilmesini söyleyen İmam A’zam’ın yaklaşımına da dikkatleri çekmiştir: “Çünkü ne Efendimiz ve ashab ne İmam A’zam, sadece bir geceye hasredilen ihyayı bir şey saymamışlardır. Kadir Gecesi’nin belli olmamasının hikmeti de bence burada aranmalı.” Gerçek manada Kadir gecesini yakalamanın buna bağlı olduğunu da belirtmiştir: “Cenâb-ı Hak, her geceyi Kadir bilme ve her ferdin Hızır olabileceğine inanma mülâhazasına bağlı kalmamız, bu hususta sürekli dikkatli davranmamız ve metafizik gerilimde bulunmamız için bu ikisini gizlediği gibi; İsm-i A’zam’ı da Esma-i İlâhiye arasında gizleyerek bizi o mevzuda da hüşyar ve müteyakkız olmaya tevcih etmiştir.” Ne var ki rapor yazarları Hocaefendi’nin Kadir gecesinin zamanı ile ilgili bu yaklaşımlarını görmezlikten gelerek onun farklı bir münasebetle dile getirdiği ifadelerini bütünlüğünden kopararak tenkit vesilesi yapmışlardır.
3.“Kim Müşahede Ediyor Diye Sormayın”
Raportörler, Gülen’in 26.05.1978 tarihinde yaptığı bir vaazından şu alıntıları yaparak; “…şeytanın bar bar bağırdığı müşahede ediliyor. Kim müşahede ediyor diye sormayın…” (Fizik Ötesi Hayat 3, dk. 13:44 vd.)
“…Maddenin ayakları sallantıdadır, ehli keşif müşahedesini yapmış, nazargah-ı alem ve enama Allah bu tabloları arz etmiş, müşahede edenler çoktan itminana kavuşmuş, kim bünyesinde neyi besliyor akıbeti ne olacaktır çoktan görmüş…” (Fizik Ötesi Hayat 3, dk. 16 vd.) şu iddiaları öne sürmektedirler:
1. “Şeytanın bar bar bağırdığını” ifade ederek bunu birilerinin müşahede ettiğini dile getirmekte, bunu kimin müşahede ettiğinin ise sorulmamasını talep etmektedir.
2. Gülen, müşahede edenleri bildiğini veya bu kişinin kendisi olduğunu ima ederek insanların akibetini bildiğini iddia etmektedir.
3.Gülen bu söylemleri ile bağlılarını hipnotize etmekte onlar da böyle sözde yüce bir kişinin söylediklerine sorgulamadan itaat etmektedir.
İnceleme
1.Şeytanın değişik şekillerde temessülü.
Alıntı yapılan yere bütünlüğü içinde bakıldığında Hocaefendi, meleklere imanı anlattığı yerde bir tekmile olarak cinlere inanmanın da Kur’anî bir vecibe olduğunu anlatıyor. Gülen’in bu vaaz serisini yaptığı yıllar, materyalizmin çok etkili olduğu, Materyalist bakış açısınının müslümanları bile etkilediğini oysaki maddenin yanında mana, fiziğin yanında bir de metafiziğin olduğunu anlatıyor. Her şeyi maddeden ibaret görmenin yanlış bir bakış açısı olduğunu değişik açılardan açıklıyor. Yer yüzünde manayı idam ettiğini ilan eden materyalisme kilitlenmiş yönetimlerin bile telepatiye başvurduğundan, deniz altlarında telepati yoluyla muhabere teminine koyulduklarından örnekler veriyor. Buradan hareketle ileride mananın materyalistlere bile kendisini kabul ettireceğini, maddenin yanında manaya, fiziğin yanında metafiziğe de yer verileceğine dikkatleri çekiyor. Ve rapor yazarlarının alıntı yaptığı yerden önce “Biz Allah’a binlerce hamd ederiz. Gelişen nesil, oluşan bu keyfiyet karşısında maddenin ayaklarının sallantıda olduğunu görüyoruz. Şeytanın bar bar bağırdığı müşahede ediliyor. Kim müşahede ediyor sormayın. Yer yüzünde materyalist saltanatın yıkılışı karşısında şeytanın barbar bağırdığı müşahede ediliyor ve duyuluyor.” cümleleri söylüyor. Yapılan diğer alıntının; “…Maddenin ayakları sallantıdadır, ehli keşif müşahedesini yapmış, nazargah-ı alem ve enama Allah bu tabloları arz etmiş, müşahede edenler çoktan itminana kavuşmuş, kim bünyesinde neyi besliyor akıbeti ne olacaktır çoktan görmüş…” devamında ise; “Bu mevzuda ne meselemizde ne de kefere ve fecerenin akibet ve encamının ne olacağı hususunda tereddüt ve şüphemiz yoktur.” (Fizik Ötesi Hayat 3, dk. 16 vd.) diyerek İslam’ın getirdiği değerlerin doğruluğuna ve inanmayan, inkar eden kimselerin akibetinin ne olacağı konusunda bir şüphelerinin olmadığını söylüyor. Nitekim, inkar edenlerin ahirette akibetinin ne olacağı pek çok ayet ile bildirilmiştir.
Şeytanın bağırdığının müşahede edilmesine gelince Hocaefendi, Varlığın Metafizi Boyutu isimli eserinde, cinlerin, (şeytan da cinler grubundandır) değişik şekillerde temessül edebileceğini bildiren pek çok âyet ve hadis-i şerif olduğunu örnekler vererek anlatmakta ve onların, “cinlerin aslî hüviyetlerini olmasa bile, temessül etmiş hâllerini her zaman görmemiz mümkün ve de vâkidir.” demektedir. Nitekim Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde de: “Şeytanın latif cisim olduğunu kabul eden Ehl-i sünnet kelâmcıları, onun çeşitli şekillere bürünüp (temessül) insanlara görünmesi için bir engelin bulunmadığı kanaatindedir (Tehânevî, I, 264-265; Elmalılı, VIII, 5389). Bu âlimler Kur’an’da ve hadis rivayetlerinde şeytanın Hz. Âdem, Ibrâhim, Mûsâ, Süleyman ve Hz. Muhammed’e göründüğünün haber verildiğini, Bedir Gazvesi sırasında Sürâka b. Mâlik’in sûretine girerek müşriklere önce cesaret verdiğini, sonra da sırt çevirdiğini delil olarak zikrederler (el-Enfâl 8/48; Ibn Kesîr, III, 332-334). Şeytanın ve meleklerin hem gerçek hem temessülî varlıklarının olduğunu söyleyen Gazzâlî gerçek şekillerinin ancak nübüvvet nuruyla görülebileceğini,temessülün ise insanlar tarafından da müşahede edilebileceğini belirtir (İhya, III, 27). denilmekte ve Gazzali’nin görüşünün isabetli olduğu ifade edilmektedir. Görüldüğü üzere Hocaefendi’nin cinlerin, şeytanların müşahedesi ile ilgili naklettikleri, yaklaşımları Ehl-i Sünnet çizgisindedir. Tenkit vesilesi yapılması doğru değildir.
Diğer taraftan materyalizmin yıkılışını kimin müşahede ettiğine gelince Hocaefendi, eserlerinde bu kimsenin Bediüzzaman Hazretleri olduğunu işaret etmiştir: “Maddecilik, hususiyle Müslümanların ruhuna tam hâkim olacağı bir dönemde ters yüz oldu. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati altmış sene evvel ifade ediyor ve bir meçhule doğru ellerini kaldırarak: “Korkmayın, artık küfrün beli kırılmıştır.” diyordu. Eğer altmış sene evvel küfrün beli kırıldı ise bugün artık o bütünüyle yere serilmiştir. İşin ehli olanlar bu neticeyi şimdiden görüyor, diğerleri de yakın bir istikbalde görecektir.” Hocaefendi, Bediüzzaman’ın, vefat eden insanların akibeti ile bir ehl-i keşif ve tahkikin müşahedelerini naklettiğini, yaygın bir kanaate göre de bu şahsın da Üstad’ın kendisi olduğunu ifade etmiştir.
2.Akibeti bilme iddiası.
Hocaefendi, eserlerinde pek çok yerde bir insanın akibetini bilemeyeceğini, akibetinden emin olmaması gerektiğini vurguladığı halde raportörler, bunları görmezlikten gelerek onu madde ötesi hayat ile ilgili vaazından kesip, biçerek kendilerince ima ve işaretler çıkararak onun insanların akibetini ve gaybı bildiğini ima ettiğini ileri sürmektedirler. Oysaki Hocaefendi’nin hiç kimsenin akibetinden emin olmaması gerektiği ile ilgili yaklaşımı gayet nettir:
“Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bunca genişliğine rağmen, kul yine de endişe etmeli; kabre imansız girmekten tir tir titremelidir. Zira Allah Resûlü’nün ifadeleri içerisinde, akşam mü’min olanın sabah kâfir; sabah mü’min olanın da akşam kâfir olabileceği şu dönemde, kimse akıbetinden emin olmamalıdır.”
“Artık biz yolumuzu bulduk. Bu vakitten sonra bu yolda hiç kaymadan, düşmeden, sürçmeden, devrilmeden, kündeye gelmeden, şeytanın oyunlarına takılmadan hedefimize varırız.” şeklindeki düşünce, sadece bir kuruntudur. Zira hiç kimsenin, bulunduğu yolda son nefesini teslim edinceye kadar yürüme teminatı yoktur. Hatta bu konuda emniyete kapılan bir insan, kendi emniyetini tehlikeye atmış demektir. Zira akıbetinden emin olan bir kimsenin, akıbetinden endişe edilir. Bu itibarla insan her an, hidayetten sonra tekrar dalâlete düşebileceği endişesiyle tir tir titremeli ve bu konuda sürekli ciddi bir metafizik gerilim içinde bulunmalıdır.”
Allah’tan başka kimse mutlak manada gaybı bilmez. Allah’ın bildirdiği ölçüde bilenler de vardır. Evliyadan bazıları Allah’ın bildirmesiyle ilham ve keşif sahibi olabilir ve belli ölçüde gayba vâkıf olabilirler. Nitekim bu husus pek çok alim ve irfan sahibi tarafından ifade edilegelmiştir. Allah’ın bildirdiği, muttali kıldığı ölçüde bazı şeyleri bazı insanlar müşahede edebilir, bilebilir. Kalp ve ruh ufkunda hayat yaşayanlar zaman üstü bazı şeyleri duyup hissedebilirler. Bunun sayısız örnekleri vardır. Hocaefendi, gaybın Allah’tan başkası tarafından bilinemeyeceğinin doğru anlaşılmasına dikkatleri çekmektedir: “İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hâdiseler “gayb” kabul edilmektedir. Gaybı da Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. “Gaybı sadece Allah bilir.” demek Cenâb-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim âyette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır: “Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.” denilmiştir.
İslam alimleri, Allah’ın peygamberler dışında da bazı kullarına gaybı bildirebileceğini ve bunun da Kur’an’a zıt olmadığını ifade etmişlerdir. Şıh ve Satih isimli kahinlerin Peygamber Efendimiz’in nübüvvetini önceden haber vermeleri tevatür derecesinde bilinen bir olaydır.
Hocaefendi’nin, gaybı kimse bilemez; ancak gayb, Allah bildirirse, bildirdiği kadarıyla bilinebilir, yaklaşımı Diyanet tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisi “Gayb” maddesinde de şu şekilde dile getirilmiştir: “Fahreddin Razi, Beyzavi, Şeyhü’l-İslam İbn Kemal, Şevkanî, İsmail Hakkı Bursevî gibi müfessirler ise bazı seçkin kulların da gaybî bilgiye muttali kılınabileceğini, bunun Kur’an ifadeleriyle çelişmediğini öne sürmektedirler. Bu alimler, gaybî bilgi elde etmek için vahiy dışında ilham, keşf, rüya gibi yolların bulunduğunu söylemektedirler. İbn Haldûn da peygamberlerin yanı sıra riyâzet ve kerâmet ehli olanların gaybî bilgiye muttali olabileceğini kaydetmektedir.”
Hocaefendi, bu konuyu daha detaylı ele aldığı bir başka eserinde, Allah dostlarının Allah’ın bildirmesiyle, bir kısım işaretlere, emarelere bağlı olarak gelecek ile ilgili haber vermelerinin öteden beri hep olageldiğini, Müştak Baba’nın, Ankara’nın payitaht olacağını çok önceden yazdığı bir şiirinde remizlerle bildirdiğini misal vererek anlatmaktadır. Ve şu hususa dikkat çekmektedir: “İlhama mazhar olan insanlar gayba dair bir kısım haberleri Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle bilebilirler. Hiç kimse kendi kendine gaybı bilemez. Bazı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat uleması böyle bir iddia sahibinin küfrüne hükmetmişlerdir.” Nitekim Diyanet’in “Gayb” maddesinde de yaklaşım bu şekildedir: “Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, İbn Hacer el-Heytemî, İbn Ebu Rendeka et-Turtûşî ve Ebu Bekir İbnü’l-Arabî gibi alimler, hiçbir emareye dayanmadan gaybı bildiğini iddia eden kişinin küfre düştüğünü söylemişlerdir.”
Netice itibariyle Hocaefendi’nin gaybın bilinip-bilinmemesi konusundaki yaklaşımı Ehl-i Sünnet uleması ve Diyanet’in kendi hazırladığı ve temel kaynak olarak kabul ettiği ansiklopedinin ilgili maddesi çizgisindedir. Bu itibarla Hocaefendi’nin bir konudaki yaklaşımını cımbızlayarak ve o konudaki yaklaşımını görmezlikten gelerek iddia ve ithamlarda bulunmanın ne manaya geldiğini, okuyucuya bırakmak istiyoruz.
3.Taraftarları hipnotize.
Raportörler, Hocaefendi’den yaptıkları alıntıyı çarpıtmanın yanında bir de onun insanları hipnotize ettiğini iddia etmektedirler. Oysa ki Hocaefendi, yıllarca Diyanet’in resmi bir vaizi üstelik Türkiye’nin en büyük camilerinde ve en geniş katılımlı vaazlarını yapmıştır. Onun vaazları insanların özellikle de gençlerın iman, ibadet ve ahlaki değerlere yönelmesine, yaşamasına çok ciddi vesile olmuştur. Onun cami kürsülerinden Kur’an, Sünnet ve sahabi anlayış ve temsilinde İslam’ın yaşanması için yaptığı vaazların kalplerde makes bulup, hayata taşınmasını mabede gelenleri hipnotize etmek ve körü körüne itaat olarak değerlendirmek Diyanet’in camileri hipnoz merkezi vaizleri de insanları hipnoz eden kimseler olarak itham etmek demektir. İşin garibi böyle bir iddia şöyle bir manaya da gelmektedir: Hocaefendi, Diyanet’in vaizi olarak yarım asra yakın cami kürsülerinden insanları hipnoz etmiş ne hikmetse bu durum onuz vaazları bırakmasından otuz küsur sene sonra siyasi iradenin ilgili kuruma aleyhte rapor yazılması talimatını verince anlaşılmış!
4. Arafat’ta Kaç Kişinin Haccının Kabul Olduğunu Haber Vermesi
Rapor yazarları Hocaefendi’nin Haccı anlattığı vaaz serisinden aşağıdaki alıntıyı yaparak bazı idialar öne sürmektedirler. Önce alıntıyı verelim:
“Bu yıl hacca gittim. Arafat’ta uyurken gökten yeşil elbiseli iki kişi inip kendi aralarında konuştular. Konuşmalarına kulak kesildim. Bir de baktım biri diğerine “bu yıl kaç kişi hacca geldi” diye soruyor. Diğeri de 600.000 kişi geldi diye cevap veriyor. Bu sefer aynı kişi “Allah bunlardan kaçının haccını kabul etti” diye soruyor. O da “Allah, sadece 6 kişinin haccını kabul etti…” (Sesli Vaazlar 5, Hac-1 mp3,
1978-10-20, dk. 49:50 vd.)
Raportörler bu alıntıyı delil göstererek şu iddiaları öne sürmektedirler:
Görülen bir rüyadan hareketle yüzbinlerce insanın yaptığı hac ibadetinin kabul edilmediğini ileri sürmek hezeyandır. Kimlerin ibadetinin kabul olacağını sadece Allah bilir. Peygamberimiz dahi böyle bir bilgiye sahip değildir. hacca giden milyonlarca Müslümanın niyet ve ibadetlerinde hata olduğunu söylemek ve birkaç istisna dışında hiçbirinin ibadetinin kabul edilmediğini iddia etmek Hz. Peygamber’in, ümmetinin dalalet üzerine birleşmeyeceğini bildirdiği hadislerle (Ebû Dâvûd, Fiten,1; İbn Mâce, Fiten, 8) bağdaşmaz. Gülen, Yüce Allah’ın sadece zat-ı uluhiyyetine has kıldığı alan ve yetkiye muttali olduğu mesajını vererek insanüstü bir konumda olduğunu empoze etmeye çalışmaktadır.
Şimdi öne sürülen iddiaları cevaplamaya geçiyoruz. Hocaefendi’den alıntı yapılan yere bütünlüğü içinde bakıldığında cımbızlama mühendisliği yapılarak çarpıtıldığı görülmektedir. Zira Hocaefendi, haccı anlattığı bu vaazında hacca turistik bir seyahat gibi değil çok ciddi bir ibadet şuuru ile gidilip Kabe’nin kendisine ait mananın idrak ve şuur içinde tavaf edilmesinin önemine vurgu yapıyor ve bu konuya İmam Gazzali’nin dikkat çektiğine işaret ederek onun naklettiği bir rüyayı naklediyor. Nitekim Gazzali, bu müşahedeyi İhya-i ulumiddin isimli eserlerinde haccın faziletleri bölümünde anlatmaktadırlar.
Hocaefendi, raportörlerin alıntı yaptıkları yerin öncesinde “İmam Gazzali’nin naklettiğine göre” diyerek bizzat bu müşahedenin kendisine ait olmadığını Gazzali tarafından nakledildiğinin altını çiziyor: “ … Hazret bir hususu naklediyor; Haccımı yaptım, Arafat’ta duruyordum. Kendimden geçtim. Uykuya dalmışım herhalde. Belki de istiğrak haliydi. Gökten iki yeşil elbiseli aşağıya indi konuşuyorlardı: Bu sene hacca ne kadar insan iştirak etti. Altı yüz bin insan iştirak etti. Allah kaçını bağışladı? Kaçının haccını kabul buyurdu? Altı kişinin. Kendime geldim. Sonra üzüldüm. Çok müteessir oldum. Akşama kadar dağidar oldum. Müzdelife’ye geldim. Orada da yattım. Ama içim yıkıktı. Kalbim kırıktı. Derken ibadet esnasında yorgun ve bitkin gözlerimi yummuştum. Yeşil elbiseliler yine ini verdiler. Konuşuyorlardı. Allah ne yaptı celle celaluhu, o altı kişiyi mağfiret buyurdu ya o altı kişiden herbirine beden altı bin kişiyi de mağfiret buyurdu.” Öyle bir cemaat ki şakisi onların içinde şaki olmaz. La yeşka celisuhum. O altı kişi ile beraber ben altıyüz bin insanı bağışlarım. Altıyüz bin insana da meded eder, merhamet ederim. İşte bu vadide böyle ümit varız. Ümit ederiz ki Cenab-ı Hak bizi meccanen, keremi, lütfuna müstağrak kılsın, rağmetiyle bizi yarlığasın inşallahu Tealâ” (Hac 1, 46. 09- 49.26)
Raportörlerin cımbızlayarak yaptıkları alıntının öncesinde Hocaefendi, rüyanın Gazzali tarafından nakledildiğini, sonrasında da bazı insanların haccının kabul olmasının diğerlerinin haccının kabul edildiğini bildiren ifadeleri -altlarını çizdiğimiz üzere- iddialarını çürütüp, iftira attıklarını ortaya çıkaracağından yok saymışlardır. Hocaefendi, Gazzali’den yaptığı bu naklin devamında da bazı insanların haccının kabul edilmesinin diğerlerininkinin de kabulüne bir vesile olduğunu, Allah’ın engin rahmetinden bu şekilde ümit ettiğini gayet net ifade ediyor. Ne var ki raportörler cımbızlama mühendisliği ile onu tadlil etmeye yeltenmişlerdir. Esasında onlar bu şekildeki iddialarıyla Hüccetü’l-İslam İmam Gazzali’yi tadlil etmiş olmaktadırlar.
Diğer taraftan Peygamberimiz (s.a.s.) bazı insanların dualarının kabul edileceğini Berâ b. Malik’in de onlardan biri olduğunu bildirmiş ve Mâiz için “öyle bir tevbe etti ki tevbesi eğer yeryüzüne dağılsaydı herkese yeterdi.” buyurmuştur. Dolayısıyla Allah, bazı insanların ihlası, yürekten kulluğu hürmetine diğerlerinin dua ve ibadetlerini de kabul edebilir.
Raportörlerin, hac yapanların ibadetlerinin kabul olacağına dair Allah Resulü’nün (s.a.s.) ümmetinin dalalet üzerine birleşeceğini bildiren hadisini delil olarak getirmelerine gelince bu da isabetli bir yaklaşım değildir. Zira bu hadis, İslam dini’nin asli delil ve kaynaklarından biri olan icmanın delillerinden biridir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) ümmetinin dinin doğru anlaşılmasında dalalet üzerine birleşmeyeceğini bildirmektedir. Yoksa ümmet fertlerinin yaptığı her ibadet ve amelin Allah tarafından mutlaka kabul edileceği manasında değildir. Zira ibadetlerin formatının yerine getirilmesinin yanında niyet, ihlas gibi kabul edilmesi ve ona göre mükafatlandırılması ile ilgili hususlar vardır. Bazen yapılan ibadet, rükün ve şartları yerine getirildiği halde yapan kimsenin maksatları, niyeti onun ahiretteki sevabını iptal eder.
Netice itibariyle rapor yazarlarının Hocaefendi’yi Yüce Allah’ın sadece zat-ı uluhiyyetine has kıldığı alan ve yetkiye muttali olduğu mesajını vererek insanüstü bir konumda olduğunu empoze etmeye çalışmakla itham etmeleri ilim, irfan, hakkaniyet ile telif etmek mümkün değildir.
5.Levh-i Mahfûzda Olanları Görme İddiası
Raportörler, Gülen’den aşağıdaki alıntıları yaparak onların üzerine bazı iddialar öne sürmektedirler:
“O, insanın mahiyetindeki latife-i Rabbâniyye’nin doğrudan doğruya âlem-i gayba açılan bir kapı bulması, o açık kapıdan vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakması ve levh-i
mahfuzun cilvelerinden ya da kader mektuplarının misallerinden birini görmesi şeklinde ortaya çıkar.” (Gülen, Ölümsüzlük İksiri (Kırık Testi, 7), Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, İstanbul 2007, s. 229)
“Levh-i mahfuz-i hakikati müşâhede edebilen ve nazarı oraya ulaşan her veli, Kur’ân’ı orada bütünüyle görüp mütalâa edebilir.” (Gülen, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, Nil Yayınları, İstanbul 2013, s. 398)
Raportörler Gülen’den yaptıkları bu alıntılar üzerine onun Allah’ın uluhiyet sınırları içerisinde bulunan ve gayb bilgisini içeren Levh-i Mahfûz’a muttali olunabileceğini iddia ettiğini böyle bir iddianın da bir dayanağının olmadığını öne sürmektedirler.
İnceleme
Gülen’in tenkit edilmek istenilen yaklaşımlarını seslendiren pek çok İslam alimi vardır. Bir önceki iddiaya verilen cevapta da geçtiği üzere İslam alimleri, Allah’ın peygamberler dışında da bazı kullarına gaybı bildirebileceğini ve bunun da Kur’an’a zıt olmadığını ifade etmişlerdir. Şıh ve Satih isimli kahinlerin Peygamber Efendimiz’in nübüvvetini önceden haber vermeleri tevatür derecesinde bilinen bir olaydır. Fahreddin Razi, Beyzavi, Şeyhü’l-İslam İbn Kemal, Şevkanî, İsmail Hakkı Bursevî gibi müfessirlerin bazı seçkin kulların da gaybî bilgiye muttali kılınabileceğini, bunun Kur’an ifadeleriyle çelişmediği görüşündedirler.
Hocaefendi, dinin ruhuna aykırı olmama kaydıyla bu konudaki yorum ve mülâhazaların kabul edilmesinde bir mahzur olmadığı kanaatindedir.
Nitekim müfessir Nehcuvani, Kur’an levh-i mahfuzda olduğunu bildiren ayetin ( Buruc, 85:22) tefsirinde bazı insanların levh-i mahfuzdaki esrara ulaşabileceğini şu şekilde ifade etmiştir: “ Sermedî gayeye ve onun, ehadiyet cezbesinin çekiciliğine erişen kimse, Hakk’ın, yüce ilminden levh-i kazasında tafsil ettiği Kur’an’ın rumuzlarından esrar ve mearife vâsıl olur. Ancak bu yüce mertebeye erişenler, azın da azı durumundadırlar.”
Bediüzzaman Hazretleri de “Gayet nadir olarak Levh-i Ezelîye kadar keşif çıkar.” diyerek Levh-i mahfuz’a keşfen ulaşılabileceğini ifade etmiştir.
Netice itibariyle Hocaefendi’nin İslam alimlerinin görüş ve yaklaşımları çizgisindeki yaklaşımlarını din dışı gibi göstermeye çalışmak aslında aynı yorumu seslendiren ilim ve irfan rehberlerini dalalet ile itham etmek demektir.
6. Gayb Âlemini Sınırsız Bilme ve Gayb-ı Mutlaka Ulaşma
Rapor yazarları Gülen’in iki ayrı eserinden şu alıntıları yaparak;“Allah’la münasebette derinleşmiş kimseler herhangi bir sınır kaydı olmaksızın gayp âlemine muttali olabilir, meleklerle, cinlerle, Mesih ve Hızır (a.s.) ile rahatlıkla görüşebilir.”(Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 2, Nil Yayınları, İstanbul 2008 s. 181)
“Şimdi siz bütün bu meratibi katederek Allah’ın izni ve inayetiyle belli bir noktaya ulaşabilirsiniz. Fenafillah, bekabillah, maallah makamına erip, bir şuhud ve vahdet mülahazasına sahip olabilirsiniz. Gayb-i mutlaka, hakikatü’l-hakaika ulaşma mülahazaları içinizde belirebilir…” (Gülen, Yaşatma İdeali, Nil Yayınları, İzmir, 2012, s. 57)
onun hakkında iki iddia öne sürmektedirler.
1. Gülen, “mutlak gayb”a ulaşılabileceğini iddia etmektedir.
2. O, Allah ile bağını ve ilişkisini güçlü bir şekilde tutan kimselerin, gayb âlemine dair bilgi sahibi olabileceğini, meleklerle, cinlerle hatta Mesih ve Hızır (as.) ile rahatlıkla görüşebileceğini ileri sürmektedir.
3. Gülen, bağlılarına belirli gayret ve çaba sonucunda mutlak gayba ve ‘hakîkatü’l-hakâik’a ulaşabileceklerini telkin etmektedir. Oysaki bu iddialar gerçeği yansıtmadığı gibi vehim ve yanılgıdan öteye geçemeyen hezeyanlardan ibarettir.
İnceleme
1. “Mutlak gayb”ı bilmek.
Rapor yazarlarının Gülen’in mutlak gaybın bilinebileceği ile ilgili iddialarına delil olarak yaptıkları alıntıya ve onun diğer eserlerindeki bu konudaki yaklaşımlarına bütünlüğü içinde bakıldığında cımbızlama mühendisliği ile çarpıtarak tadlil etmeye teşebbüs ettikleri görülmektedir.
Alıntı yapılan yer, Hocaefendi’nin “Hızır ile görüşülebilir mi?” şeklindeki bir soruya verdiği cevaptan alınmış. Hocaefendi, kalp ve ruh ufkunda metafiziğe açılan insanların fiziki kayıtlardan sıyrılarak Hızır’ı, melekleri, cinleri vs. görebileceğini söylemiş fakat bunun bir hedef ve gaye haline getirilmesini tavsiye etmemiştir. “Bu devirde Hızır’ı görme maksadını da terk lâzım geldiğinden, bizim yolumuzda da dört şey vardır. “Acz-i mutlak, şevk-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.”
Diğer taraftan Hocaefendi, mutlak gaybın Allah’tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini gayet net olarak ifade etmektedir. “Mutlak gaybı bilmek, Allah’a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduttur. Ve yine bu da ancak Allâmü’l-Guyûb’un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşerî ölçüler dahilinde gaybı bilmek, maziyi ve istikbali hâdiseleriyle ihata etmek imkânsızdır.” Hocaefendi’nin eserlerini analiz ederek onun hakkında rapor hazırladıklarının iddia edenler -herhalde iddialarını çürüteceğinden ötürü-onun bu ifadelerini görmezlikten gelmişlerdir.
Allah, bütün zaman ve mekanları, olmuş olacak her şeyi yaratan ve bilendir. Allah’ın bildirdiği, muttali kıldığı ölçüde bazı şeyleri bazı insanlar müşahede edebilir, bilebilir. Kalp ve ruh ufkunda hayat yaşayanlar zaman üstü bazı şeyleri duyup hissedebilirler. Bunun sayısız örnekleri vardır. Hocaefendi, gaybın Allah’tan başkası tarafından bilinemeyeceğinin doğru anlaşılmasına dikkatleri çekmektedir: “İnsan ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hâdiseler “gayb” kabul edilmektedir. Gaybı da Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. “Gaybı sadece Allah bilir.” demek Cenâb-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim âyette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır: “Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.” denilmiştir.
Allame Hamdi Yazır’ın tefsirinde vurgu yaptığı üzere, mutlak ve izafî olmak üzere gayb iki çeşittir. Mutlak gayb, hiçbir varlığın ne hissettiği ne de bildiği gaybdır. Bu çeşit gaybı Allah’tan başka hiç bir varlık bilemez. Îzafî gayb ise bazı şartlara, bazı durumlara, bazı şahıslara göre gayb iken bazılarına göre gayb olmayan hususlara denir.
Hocaefendi, bu konuyu daha detaylı ele aldığı bir başka eserinde, Allah dostlarının Allah’ın bildirmesiyle, bir kısım işaretlere, emarelere bağlı olarak gelecek ile ilgili haber vermelerinin öteden beri hep olageldiğini, Müştak Baba’nın, Ankara’nın payitaht olacağını çok önceden yazdığı bir şiirinde remizlerle bildirdiğini misal vererek anlatmaktadır. Ve şu hususa dikkat çekmektedir: “İlhama mazhar olan insanlar gayba dair bir kısım haberleri Allah’ın (celle celâluhu) bildirmesiyle bilebilirler. Hiç kimse kendi kendine gaybı bilemez. Bazı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat uleması böyle bir iddia sahibinin küfrüne hükmetmişlerdir.” Nitekim Diyanet’in “Gayb” maddesinde de yaklaşım bu şekildedir: “Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, İbn Hacer el-Heytemî, İbn Ebu Rendeka et-Turtûşî ve Ebu Bekir İbnü’l-Arabî gibi alimler, hiçbir emareye dayanmadan gaybı bildiğini iddia eden kişinin küfre düştüğünü söylemişlerdir.”
Görüldüğü üzere raportörler Hocaefendi’nin “mutlak gayb”ın Allah’tan başka kimse tarafından bilenemeyeceğini gayet net ifade ettiği yerleri görmezlikten gelerek onun dolayısıyla ele aldığı bir konudaki yaklaşımından parçacı yaklaşım ile tadlil çıkarmaya çalışmışlardır.
2. Melek, cin, Mesih ve Hızır (as.) ile görüşmek.
Rapor yazarları Hocaefendi’nin melek, cin, Hızır ve Hz. Mesih ile görüşebileceğini söylemesini tenkit ve tadlil vesilesi yapmaya kalkmışlardır. Oysaki Kur’an ve hadislerde melekler ile görüşülebileceği bildirilmiştir.
Kur’an-ı Kerîm’de bu hususta şöyle buyrulmaktadır: “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da istikamet üzere, (ihlas ile dinlerini) yaşayanlar yok mu, işte onların yanına melekler inip: “Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin!” derler.” âyetin manası, umumidir, mutlaktır. Hem dünyayı hem de ahireti kapsar. Elmalılı’nın ifadesiyle “Dünyada hayatın her lâhzasına da sadıktır.”
Hadis-i şeriflerde melekler ile sahabenin görüşmesi anlatılmaktadır. Peygamber Efendimiz’e Cebrail (a.s.) insan suretinde gelip konuşuyordu ve sahabe de ona bakıp dinliyordu. Sahabeden İmran b. Husayn ve Üseyd b. Hudayr gibi, meleklerle görüşen kimseler vardı. Nitekim DIA, „melek“ maddesinde meleklerin insanlar tarafından görülebileceği ifade edilmiştir.
Hızır’ın farklı bir boyutta hayatta olduğu ve pek çok insan ile görüştüğü de pek çok ilim ve irfan ehli tarafından kabul edilen bir husustur. Müfessirlere göre Kur’an’da Hz. Musa ile yolculuk yaptığı anlatılan ve ilmi ledün bilgisine sahip olduğu bildirilen kimse Hızır’dır. Sahih hadislerde de Hızır’dan bahsedilmektedir.
Hızır’ın Allah’ın veli bir kulu olup hayatta olduğu ve pek çok insanın onunla görüştüğü, ondan dua ve nasihat aldığı ile ilgili olarak dünya kadar olay anlatılmaktadır. İbrahim b. Edhem, İbrahim el-Havvas, Bayezid-i Bistami, Bişr el-Hafi, Feth el-Mevsıli, Maruf el-Kerhi, Hakim et-Tirmizi gibi tasavvufun en önde gelen şahıslarının Hızır ile görüşmeleri, ondan dua ve nasihat almaları örnek olarak zikredilebilir.
Bediüzzaman Hazretleri de Mektubat isimli eserinin 1. Mektubun’da Hızır’ın hayatta olduğunu söylemektedir. Ona göre hayatın beş tabakası olup Hızır ikinci tabakada yaşamaktadır. Farklı bir boyutta yaşadığı için bazı âlimler onun hayatta olduğundan şüphe etmişlerdir. Ne varki eşyanın perde arkasını gören şuhud ve keşf ehli evliyanın Hazreti Hızır ile, yanlışlığına ihtimal verilmeyecek bir ittifakla nakledilen hikâyeleri, bu hayat tabakasını aydınlatıp ispat etmektedir. Hatta velilik de “Hızır makamı” vardır. O makama gelen bir veli Hızır’dan ders alıp onunla görüşmektedir.
Hasılı, Hocaefendi’nin melek, cin, Hz. Mesih ve Hızır ile görüşülebileceğini söylemesini din dışı bir yorum gibi değerlendirmek aynı görüşte olan pek çok alim ve maneviyat rehberini de dalalet ile suçlamak manasına gelir.
3. Hakikatü’l-Hakaika ulaşma.
Raportörler Hocaefendi’nin bağlılarına belirli gayret ve çaba sonucunda mutlak gayba ve ‘hakîkatü’l-hakâik’a ulaşabileceklerini telkin ettiğini oysaki bu iddiaların gerçeği yansıtmadığı gibi vehim ve yanılgıdan öteye geçemeyen hezeyanlardan ibaret olduğunu öne sürmektedirler. İşin doğrusu onların iddialarına delil olarak Hocaefendi’den yaptıkları alıntıya ve onun eserlerindeki bu konuya bütünlüğü içinde bakıldığında raportörlerin parçacı yaklaşımla hareket ederek çok ciddi bir çarpıtma yaptıkları görülmektedir.
Yapılan alıntı Hocaefendi’in “Temkin,tasavvufta zirve kabul ediliyor. Temkinin içtimai hayatımıza bakan yönleri nelerdir?” sorusuna verdiği cevaptan alınmış. Hocaefendi, “Temkin”in Kur’an’da nasıl geçtiğini ve manalara geçtiğini açıkladıktan sonra konunun tasavvufi boyutuna geçerek şöyle demektedir: “Sofîler, Allah’la münasebetleri nokta-i nazarından bir temkin mülâhazası geliştirmişlerdir. Şöyle ki, bir sâlik, değişik basamaklardan geçerek, seyr u sülûk meratibini tamamlayabilir. Evet, o, kalb ve ruh ufku itibarıyla Allah’a yükselirken, fenâfillâh, bekâbillâh ve maallah olma istikametinde ahlâk-ı âliye-i İslâmiye’ye dair değişik disiplinleri kullanabilir.” Devamında raportörlerin cımbızlayarak aldığı şu ifadeleri kullanmaktadır: “Evet, siz seyr u sülûk-i ruhanîde kat-ı meratib etme adına yüz tane disiplin ortaya koyabilirsiniz. Ancak belki de Muhyiddin
İbn Arabî, İsmail Hakkı Bursevî gibi bu mevzuda yed-i tûlâ sahibi olan ve aynı zamanda kalbî ve ruhî hayatı temsil eden zatlara göre bunlar yüz elli tanedir. Şimdi siz bütün bu meratibi katederek Allah’ın izni ve inayetiyle belli bir noktaya ulaşabilirsiniz.
Fenâfillâh, bekâbillâh, maallah makamına erip, bir şuhud ve vahdet mülâhazasına sahip olabilirsiniz. Gayb-i mutlaka, Hakikatü’l-Hakâik’a ulaşma mülâhazaları içinizde belirebilir. İşte bu noktada biz, insanları tecsim ve hayyize düşürmeme adına, temkinin bir gereği olarak diyoruz ki, zevkî ve hâlî olarak yaşanan bütün bu hâller, insanın ihsas ve ihtisasları açısından basiretinin açılmasıyla onun artık meseleyi öyle görmesi ve öyle duymasıyla ilgilidir. Başka bir ifadeyle, sâlikin yaşamış olduğu bu hâl, bir istiğrak, bir kalak ve bir heymanın neticesidir.” Görüldüğü üzere Hocaefendi, kendisine sorulan bir soru münasebetiyle tasavvufta üzerinde durulan bir meseleyi ele alıyor. Bazı insanların içinde gayb-ı mutlaka ve hakikatü’l-hakaik’a ulaşma mülahazası olabileceğini fakat bütün bunların bir duyma ve hissetmeden tasavvufi ifadesiyle bir hal, istiğrak, kalak ve heymandan ibaret olduğunu tecsim ve hayyize girilmemesi için temkinli davranılması gerektiğine dikkat çekiyor. Nitekim Hocaefendi bu kavramları Kalbin Zümrüt Tepeleri isimli eserinde ele alıp incelemiştir. Hal, istiğrak, kalak ve heymanın bir duyma, hissetme, zevk etme meselesi olduğunu, bunların Ehl-i Sünnet kriterlerine göre değerlendirilerek tecsim, hayyiz gibi Zat-ı uluhiyetin münezzeh olduğunun şuurunda olarak şatahat ve hezeyanlara girilmemesine çok ciddi vurgu yapmıştır.
Hocaefendi devamında da kullukta temkinin esas olduğuna vurgu yapmaktadır: “Evet, kul hangi mertebede bulunursa bulunsun, Allah karşısında kulluğunun şuurunda olması, Allah’ın Mâbud-u Mutlak, Mahbub-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak olduğu mülâhazasıyla oturup kalkması çok önemlidir ve bu durum onun temkinini ifade eder. Yani insan zirvelerde bile olsa hep kulluk şuuru içinde bulunmalı, bazılarının yaptığı gibi hislerini Zât-ı Ulûhiyet’e yakışmayacak şekilde ifade etmemeli; ifade edip değişik hezeyanlara girmemelidir.”
Hocaefendi konuya bakışını bu şekilde ortaya koyduktan sonraki şu ifadeleri ise raportörlerin itham ve iddialarının bir cımbızlama mühendisliği tadlil etme operasyonu olduğundan ibaret olduğunu göstermektedir: “Zikredilen bu hususlar temkin adına çok önemli olduğu gibi, İmam Sühreverdî, Muhyiddin İbn Arabî, Molla Câmî (rahmetullahi aleyhim) gibi çok önemli zatların zâhiren dinin temel disiplinlerine aykırı gözüken bazı ifadelerini makul birer mahmil bularak yorumlamak da temkinin diğer önemli bir veçhesini teşkil eder. Çünkü böyle bir yaklaşım, insanı onlar hakkında suizanna düşmekten kurtarır. O büyük kametler his, hâl ve zevke mağlûp olmanın neticesinde bunları söylemişlerdir. Biz ise ne hissin ne hâlin ne de zevkin mağlûbu insanlarız. Biz, bırakın his ve zevkin mağlûbu olmayı, nefsimize bile galebe çalmış değiliz. Bu açıdan da onlar hakkında temkinli olmalı ve suizanna düşmemeye dikkat etmeliyiz.”
Görüldüğü üzere Hocaefendi, tasavvufta önde gelen şahıslar tarafından seslendirilen kavramlardan bahsetmekte dinin ruhuna uymayan yaklaşımların ise his, hal ve zevke mağlubiyetin ifadesi olduğunu söylemektedir. İşin doğrusu böyle iken rapor yazarları onun bu konudaki yaklaşımını cımbızlama mühendisliği ile bağlılarına ulaşılması gereken bir hedef olarak gösterdiğini ve böylelikle de telkin ettiğini bunların ise birer vehim, hayal ve hezayandan ibaret olduğu öne sürmektedirler. Aslında burada kimin hezayana girdiğine karar vermeyi kıymetli okuyucuya bırakmak gerekir.
Diğer taraftan Hocaefendi, “Hak, Hakikat ve Ötesi” isimli makalesinde “Hakikatü’l-Hakaik” ile ilgili yaklaşımlarını gayet net ifade etmiştir: “Hakikatü’l-Hakaik, bütün hakikatleri câmi olan ehadiyet mertebesini (bazılarına göre vahidiyet mertebesi) ifadede kullanılan bir tabirdir ki, bazıları buna “Hazretü’l-cem”, “Hazretü’l-vücud” ve “Gaybu’l-guyûb”da demişlerdir. Bu yüce hakikati “min haysü hüve” müteayyin görmek ve izafî hakikatler gibi düşünmek ya da tasavvur etmek caiz değildir. Hakk’ın Zât’ı için bîperde zuhur söz konusu olmadığı gibi, Hakikatü’l-Hakaik’ten de min haysü hüve –min haysüente değil– söz edilemez. Bu babtaki mâlûmiyet ve muayyeniyet esmâ ve sıfât-ı sübhaniye itibarıyladır.. evet, Cenâb-ı Hak bütün ıtlâkattan münezzeh ve müberradır; zira her ıtlak aynı zamanda bir takyîd ve tahdîd demektir; bu türlü kayıtlar ise bize ait avârızdandır. Hakk’ı, Hak makamında, halkı da halk zemininde görmek dinî bir esastır. Bunun aksine bir mütalâa ise apaçık bir halt ve karıştırmadır.”
Hocaefendi’nin bütün eserlerini inceleyerek raporu hazırladıklarını iddia edenler onun “Hakikatü’l-Hakaik” ile bu yaklaşımını öne sürdükleri itham ve iddiaları çürüteceğinden ötürü görmezlikten gelmişlerdir.
Netice itibariyle raportörlerin öne sürdükleri iddia ve ithamlar, delilden yoksun, Hocaefendi’nin eserlerinden kesip-biçerek tadlil bir formatına koyma operasyonundan ibarettir. Böyle bir anlayış ile dünyada tadlil ve tekfir edilmedik kimse kalmaz.