logo

K. GÜLEN CEMAATİ: GÜNÜMÜZ KUTSİLERİ

Raportörler Hocaefendi’nin eserlerinden “kudsîler” ile ilgili yaklaşımlarından bazı alıntılar yaparak değişik iddialar öne sürmektedirler.

“Öncelikle, adanmış ruhlara bu hizmet çığırını açan zatın ‘Biz o kutsîlere zemin hazırlıyoruz’ ifadesiyle işaret buyurduğu hakikate, bu zaviyeden bakmak isabetli olur diye düşünüyorum.” (Gülen, Prizma 1, Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul 1997, s. 14)

…feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan altın çağ” insanı dediğimiz, saadet asrının Kur’ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun manâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhânî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.” (Gülen, Zamanın Altın Dilimi (Çağ Ve Nesil 4), Nil Yayınları, İstanbul 2011 s. 59-60)

Rapor yazarları Hocaefendi’nin eserlerinden yaptıkları alıntıları delil göstererek onun hakkında şu iddiaları öne sürmektedirler:

  1. Cemaati hakkında kullandığı seçkinci ve ayrıştırıcı ifadelere bir bütün olarak bakıldığı zaman onları diğer mü’minlerden ayrı bir yere koyarak bir anlamda kutsamaya çalıştığı görülmektedir.
  2. Mümin korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Bir insan bir topluluğa katılmakla kurtulamayacağı gibi birisinin kutsal demesiyle de kutsanmış olamaz. Nitekim, Hz. Peygamber, kızı Fatıma’ya “Kendini Cehennem ateşinden korumasını ahirette onun için bir şey yapma imkanının olmadığını” söylemiş, cennete kendisi ile beraber olmak isteyen bir sahabeye de “Sen de çok namaz kılıp, secde ederek bana yardımcı ol.” demiştir.
  3. Kişilerin cennetlik olduğunun hükmünü herhangi biri değil, sadece Allah verebilir.[1]

Evet, iddialar böyle. Şimdi cevaplamaya geçelim:

          1. Cemaat ve kutsiyet

Hocaefendi’nin cemaatini “kudsîler” diyerek kutsamaya çalıştığı ile ilgili iddialara önce delil olarak alıntılanan yere sonra da eserlerinde bu konunun işlendiği kısımlara bütünlüğü içinde bakarak cevap verelim:

Hocaefendi, iddialara delil olarak getirilen “Öncelikle, adanmış ruhlara bu hizmet çığırını açan zatın Biz o kutsîlere zemin hazırlıyoruz” ifadesiyle işaret buyurduğu hakikate, bu zaviyeden bakmak isabetli olur diye düşünüyorum.” şeklindeki ifadelerinin hemen devamında kudsîlerin Peygamberimizin (sas) mesajı ile insanları buluşturmak için çile çeken insanlar olduğunu ifade ediyor: “Bu ulvî davaya ve bu yüce mefkûreye düğümlenmek, onu bugünkü ve yarınki hâliyle nazar-ı itibara alıp en haşin, en sert, en mütemerrid, en müsamahasız, en imansız insanların ruhlarına girip, anlatma derdiyle iki büklüm olup sancı çekmek…”

Hocaefendi devamında Peygamberimiz’in mesajı ile insanları buluşturmak için her türlü fikir ve aksiyon sancısına, fedakarlığa katlanıp, en sert insanları bile yumuşatarak onlara bir şeyler anlatmayı hedef gösterirken diğer taraftan; Bu konuda bizim bir beklentiye girmemiz ve hareket tarzımızı da ona bina etmemiz tam mânâsıyla ihlâssızlık” olur. deyipBunları ben yapıyorum, bunları ben ediyorum.” gibi düşüncelerin ve ufak dahi olsa birtakım beklentilerin akıldan geçmesinin mahzuruna vurgu yapıyor. Dahası hizmet eden kimselerin kendisine bir makam ve kudsiyet atfetmesinin, böyle bir beklentiye girmesinin hatta hayalinden bile geçirmesinin tevbeyi gerektirdiğinin altını çiziyor: Hatta bu beklentilerin zamanla ruhumuzda yaralar açabileceği, bizi bencilliğe, gurura sevk edebileceği de söz konusu olabilir. Vâkıa, bazılarının hakkımızda hüsnüzanda bulunup bize bazı makamlar vermesi beklenebilir ama, bence hiçbir şahıs, nefsi adına böyle bir düşünceye girmemeli, hatta bunu hayalinden bile geçirmemelidir. Hayalinden geçtiği an o yanlış bir adım atmış sayılır; dönüp tevbe etmezse, zamanla bu anlayış, istikrar kazanır ve onu da diğer yanlış adımlar takip eder ki gün gelir, tam kazanma kuşağında baş aşağı gider ve bütün bütün kaybeder.”[2]

Görüldüğü üzere Hocaefendi, takipçilerine dine ve insanlığa hizmet etmeyi hedef gösterip onları bu istikamette teşvik ederken diğer taraftan herhangi bir beklentiye girmeme, hatta hayalden bile geçirildiğinde tevbe etme uyarısı yapıyor. Rapor yazarlarının iddia ettiği gibi ‘sizin için Cennet garanti, sizler mukaddes insanlarsınız.’ demiyor.

İddialara delil olarak getirilen diğer alıntı, Hocaefendi’nin “Bizim Milletimiz” yazısından alınmış: “…feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan altın çağ” insanı dediğimiz, saadet asrının Kur’ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun manâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhânî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.”

Hocaefendi bu yazısına, Bizim toplum yapımız, işte tâlideyip öğüneceğimiz, başkalarının da imreneceği seviyeler üstü ve hiçbir içtimaî sistemin bugüne kadar arayıp da bulamadığı, bulsa da ulaşamadığı bir güzellikler meşheriydi.”[3] diyerek başlıyor. Ve milletimizin kendi ruhundaki dinamiklerden güç alarak kendi öz kaynaklarından beslenerek, kendi olarak asırlar boyunca ayakta durmayı başardığını ve bu muhteşem içtimaî meşherin, bu göz kamaştıran sistemin, çağlar boyu mevcudiyetini devam ettirmesinin adeta bir harikalık arz ettiği tespitinde bulunuyor.

Yazının ilerleyen kısımlarında da günümüzde yaşanan ızdırap ve buhranların büyük ölçüde, nasıl olursa olsun kazanma düşüncesinden, insanlarda çalışma şevkini artırmak yerine, başkalarının kazancını yağmalama isteğinin kabartılmasından kaynaklandığına dikkatleri çekiyor; dünya çapında bir huzur ve ahengin kurulması için geçmişte milletimizin dünyada hak, adalet ve dengeyi temsil eden sistemine ihtiyaç olduğunu ifade ediyor ve bu sistemi kuranları “kudsîler” olarak isimlendiriyor; ancak bu sistem ve onu temsil eden kudsîlerle mümkün olabilmiştir.” diyor ve devam ediyor: Kendi nefsine ait hayırların idrakinde olmasına rağmen, kendi hayır ve menfaatlerini aşarak, kendini, mensup olduğu millete adayabilmiş ve mezara girinceye kadar da ahd ü peymânına sadık kalmaya azmetmiş kudsîlerle… Ruh dünyasında, derinlerden derin, maddesinde fevkalâde zinde, dava ve gayesine ibadet hassasiyeti içinde bağlı; karşısına çıkacak bütün yanlışlıkları göğüslemeye hazır ve bütün doğruları yerli yerine oturtarak, her doğruyu kendine has çizgisinde tutmaya azimli, muâşeret şekillerinin en üstünüyle taçlı.. haya, hicap, iffet, ahlâk, safvet ve samimiyette alabildiğine ölçülü.. iç dünyası itibarıyla sönme bilmeyen bir vecd ü aşka açık;”[4] Tabi rapor yazarları bu kısımları görmezlikten gelerek hemen devamındaki,feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan altın çağ insanı” dediğimiz, saadet asrının Kur’ân cemaatinden alan…” kısmını alıyorlar. Hocaefendi’nin, “Bizim Milletimiz” isimli ve milletimizin geçmişte kurduğu medeniyeti inşa edenleri “kudsîler” olarak vasıflandırdığı ve Bu duygu, bu düşünceyi paylaşanlar için o yine öyle yükselebilir; tekrarı muhal değil…” diyerek noktaladığı yazısından onun kendi cemaatini kutsadığını, onlara diğer Müslümanlardan ayrıcalıklı bir konum verdiğini ve dahası cennetlik olduklarını söylediği gibi iddialar öne sürüyorlar.

Hocaefendi, Peygamberimizin (sas) “İnsanların en hayırlısı benimle aynı çağı paylaşanlardır. Sonra onların peşinden gelenler, daha sonra da onların peşinden gelenlerdir.”[5] hadisini merkeze koyarak; hadiste bildirilen sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiînin Yüce Mevlâ’nın model ve misal olarak seçtiği Peygamberimiz’e (sas) benzemede çok hassas davrandıklarını ve bu konuda onların en hayırlı insanlar olduğunu, onlara aynı zamanda “kudsîler” dendiğini ifade etmektedir: Evet, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn hazerâtı, bu mevzuda hassaslardan çok daha hassastı. Ve onlar bu yönleriyle diğer asırlarda yaşayan insanlardan daha da hayırlıdırlar.” Hz. Musa: Kudsîlerin bayrakları ellerindedir.” diyordu.[6] Kudsîler” sözüyle Efendimizin ümmetini kastediyordu. Ve bu büyük bir tebcildi. Zayıf da olsa, bir hadiste de Allah Resû: عُلَمَاءُ أُمَّتِي كَأَنْبِيَاءِ بَنِي إِسْرَائِيلَ Benim ümmetimin ulemâsı, Benî İsrailin peygamberleri gibidir.[7] buyurmaktadır. Evet, onlar Efendimize iktidada öyle bir çizgiye ulaşmışlardı ki onun az ötesinde nübüvvet sınırları başlıyordu.”[8]

Hocaefendi, “Kutsîleri başka nasıl adlandırabilriz?” sorusuna, “’Kudsiler’, mübarekler topluluğu diyebiliriz mesela. Ahir zamanda insanlığa yeni bir diriliş üfleyebilecek, Sezai Bey şair-i şehirimizin ifadesiyle ‘Fecir Süvarileri’ diyebiliriz.” diye cevap vermektedir.[9]

Yukarıdaki açıklamadan da anlaşıldığı gibi Hocaefendi’ye göre kudsîler başta sahabe-i güzin efendilerimiz olmak üzere Efendimiz’in ümmeti ve o ümmetin içinde de özellikle sahabeyi örnek alarak yaşayanlardır. Raporu yazanlar da bu noktayı farketmiş olmalılar ki “Gülen kendi cemaatini kudsîler olarak görüyor.” yerine, nüansa dikkat ederek “Gülen cemaatini günümüzün kudsîleri olduklarına inandırarak motive etmeye çalışıyor.” demektedirler.

Hocaefendi’nin topluma hitap eden bir hatip, vaiz, ilim ve irfan rehberi olarak takipçilerine günümüzün kudsîleri olmayı hedef göstermesi tenkit edilecek bir konu değil tersine takdir edilecek bir husustur. Terğîb ve terhîb, özellikle görevleri vaaz u nasihat olan Diyanet mensuplarının gayet iyi bildiği bir mevzudur. TDV İslam Ansiklopedisine de bu maddeyi, raporu hazırlatıp kamuoyuna açıklayan, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez yazmıştır. Görmez şöyle demektedir: “Müminleri iyiliğe teşvik edip kötülüklerden sakındıran her âyetin üslûp itibariyle tergīb ve terhîb kapsamına girdiği görülür. Kuranda tergīb ve terhîb üslûbuna, insanın kalbine tesir etmek, dinin temel prensiplerini, emir ve yasaklarını zihnine nakşetmek, bunların uygulamaya konulmasını sağlamak için yer verilmiştir.” Görmez, Kur’an’da ve hadislerde terğîb ve terhîb yapılırken teşbih, temsil, mecaz, istiare gibi sanatlara, kıssa ve mesel gibi formlara başvurulduğunu ifade etmektedir.[10] Bu itibarla Hocaefendi’nin sahabe çizgisinde dini yaşamaya teşvik etmesini ve o yola girenleri takdir etmesini, onları, “kudsîler” diyerek yüksek bir hedefe yönlendirmesini, “kendisini ve cemaatini farklı bir yere koymak, diğer Müslümanlardan üstün görmek,” şeklinde yorumlamak isabetli olmasa gerektir.

       2. Terğîb-terhib veya havf-reca dengesi

Rapor yazarları Hocaefendi’yi “kudsîler” konusunu ele alırken terğib ve terhib dengesine riayet etmemekle itham etmektedirler. Oysaki Hocaefendi, ele aldığı her konuda terğib-terhibe; havf-reca dengesine vurgu yapan, inanç, düşünce ve aksiyon atlasını bu dengeler üzerine örgüleyen bir ilim, irfan ve aksiyon rehberidir. Onun eserlerini bu açıdan analiz ederseniz; bir yanda sahabe çizgisinde bir hayatın teşvikini, diğer yanda terğib-terhib, havf-reca dengesine yapılan vurguyu görürsünüz. Onun eserlerinde muhasebe duygusuyla kendini sıfırlama, akibet endişesiyle tir tir titreyerek yaşama bir nabız gibi atar. Hocaefendi, bu konuyu Allah Yolunda İstihdam ve Havf u Recâ Dengesi”[11]Havf-haşyet”[12], Reca[13], Huşu ve Hürmet[14] gibi müstakil makale ve bölümler halinde işlemenin yanında, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde korku ile ümit, Cennet ile Cehennem, rahmet ile gazap hep ard arda ve dengeli olarak işlendiğine[15], Cehennem ehline ait tabloları sunmanın hemen ardından terğib u terhib ve inzar u tebşir esprisine bağlı olarak Cennet ehline ait mazhariyetlerin arz edildiğine vurgu yapmıştır.[16]

Başka yerde Hocaefendi, Kudsîlere dair şunları ifade etmektedir: Bediüzzaman Hazretlerinin bir tabiri var: Saye şevki kamçılamak.” İşte ben, böyle bir düşünceden hareketle, milletimiz ve insanlık için çalışan kudsîleri bazen değişik vasıflarla ifade ediyorum: “İlâhî lütufların akışında ilâhî prizma”, Allah’ın yeryüzündeki matmah-ı nazarı”, Allah’ın inayetinin tecelli noktaları” … vs. Bu bir içtihat hatası olabilir. Şayet hata ise Rabbim affetsin! Aslında tergib”in yanında terhib” ihmal edilmemeli. Evet, muhabbetullah derken, mehâfetullah unutulmamalı. Aksi hâlde çok ciddi bir dengesizlik olur ve bu dengesizliğin getirmiş olduğu boşluk da çok zor kapatılır.”[17]

Hocaefendi’nin terğib-terhib konusundaki yaklaşımı Ehl-i Sünnet çizgisindedir. O, selef-i salihine göre bir insanın kendisini cennetlik görüp salmasının da Allah’ın rahmetinden ümit kesmesinin de küfür kabul edildiğini; doğrusunun şöyle olması gerektiğini ifade etmiştir: “Evet, insan Cennet’e gitmeyi mülâhaza ederken, Rabbisinin engin deryalardan daha geniş olan rahmetini düşünmeli, tezekkür etmeli ve Rabbisinin rahmetine mazhariyeti ümidiyle yaşamalıdır; bunun gibi, içine Cehennem korkusu damladığı zaman da yüreği öyle kopmalıdır ki –hafazanallah– hiçkimse gitmese bile kendisi Cehennem’e gidecek gibi korkmalı, ürpermeli ve titremelidir. İşte bu, dinimizin bizden istediği havf-recâ dengesidir.”[18]

Günümüzde havf-recâ hususunda yaşanan dengesizliklerden de söz etmek mümkündür. Meselâ, halkı irşad konumunda olan insanların çoğu, sadece Cenneti ya da Cehennemi nazara verip, bu hususta insanları ya tamamen yese ya da aşırı bir güvene sevk etmektedirler. Hâlbuki insan, bir taraftan amelini işlemede kılı kırk yararcasına hassas davranırken, diğer taraftan da bu amellerin, Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü edada yeterli olmayacağını ve bir insanın sadece ameliyle kurtulamayacağını düşünmesi de gerekir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadislerinde: Hiç kimse ameliyle kurtulamaz.” buyurur. Sahabe Efendilerimiz: Sen de mi ey Allah’ın Resû?” dediklerinde, Evet, Allah’ın fazlı, bereketi olmazsa ben de kurtulamam.” der. O hâlde insanın: Ne günahım var? Aksine ben bu yaşımda iman etmiş, namaz kılmış, oruç tutmuşum.. o hâlde Allah bana ceza vermez!” demesi, Allaha karşı bir saygısızlık ve küstahlığın ifadesi; kendi nefsini yerden yere vurup: Benden bir şey olmaz, zaten şu ana kadar işlediğim hiçbir hayır da yok. Nasıl olsa Cehennemliğim, o hâlde boş yere uğraşıyoruz!” şeklinde bir mülâhazaya girip ümitsizliğe düşmesi de ayrı bir saygısızlığın ve küstahlığın seslendirilmesidir.”[19]

       3. Cennet garantisi

Rapor yazarları, Hocaefendi’nin “kudsîler”i anlatırken, bir hizmet grubu içinde bulunmanın kurtuluş vesilesi olacağını iddia ettiğini, oysaki Peygamberimiz’in, (sas) kızı Fatıma (ra) ve sahabeden bazılarını yakınlığa güvenmeme konusunda uyardığını delil olarak zikretmektedirler. Oysaki raportörler görmezlikten gelse de Hocaefendi, zikredilen bu hadisleri eserlerinde çok ciddi bir şekilde işlemiştir.[20]

Hocaefendi’nin kendi cemaatine “cennetlik” demesi söz konusu değildir. Böyle bir cümle de raporda gösterilebilmiş değildir. Tam tersine Hocaefendi’nin eserlerinde, bırakın Cennet garantisi verme, bilakis akibet endişesiyle tir tir titreme vardır. O, zirvede de olsa hiç kimsenin bir teminat ve beraatının olmadığına vurgu yapmakta ve bu yaklaşımını da şu kutsî hadisle temellendirmektedir: Ben kuluma iki emniyeti de iki korkuyu da birden vermem.”[21] Ve gayet net bir şekilde; Dolayısıyla unutulmamalı ki burada kendini emin bilen bir insanın akıbetinden korkulur. Diğer bir tabirle, akıbetinden korkmayanın akıbetinden endişe edilir.”[22]

Rapor yazarlarının “cemaatine Cennet garantisi veriyor” iddialarını Hocaefendi’nin takipçilerini sahabe çizgisinde hizmet etmeye motive etmek için kullandığı “Kudsîler” kelimesinden çıkarmak söz konusu değildir. Zira Hocaefendi, Hz. Mesih’in, Peygamber Efendimiz’i (sas) ve cemaatini “kudsîler” sözüyle müjdelediğini[23], kudsîler ile de dünyanın isine pasına, kirine küdûretine girmemiş ve eteklerine pislik bulaşmamış ve dünyanın cazibedar fitnesine yenik düşmemiş insanları kastettiğini ifade etmiş ve Bu, onların hata ve günah işlemeyecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır.” diyerek onların da hatasıyla-sevabıyla bir insan olduklarına vurgu yapmıştır.

Yine bir başka yerde Hocaefendi “Kudsiler” derken cenneti garantilemiş kimseler manasını kastetmediğini gayet net ifade etmektedir:

“Kudsîler denince akla, ahir zamanda imana ve insanlığa hizmet gibi ulvî bir mefkûreyi yeniden omuza alan ve gezdiği heryere, tıpkı Hızır’ın gezdiği yerler gibi canlılık götüren bir umumî ihya hareketinin mümessilleri gelmelidir.” Ayrıca Hocaefendi, bu tabire yüklenen mananın çokları tarafından da kullandığını da işaret etmiştir: “ Şimdiye kadar çokları bu tabirleri kullandı. Meselâ, merhum Mevdudî “İslâm’da İhya Hareketleri”kitabıyla bu umumî “ba’sü ba’de’l-mevt”i anlattı.”[24]

İşin doğrusu Hocaefendi, “muhasebe”, “murakabe” gibi bir derdi olmayan, kendisiyle yüzleşmeyen ve hiçbir şey yokmuş gibi gafilâne bir hayat sürdüren insanların, kendi akıbetleri hususunda herhangi bir korku, endişe ve hesapları olmadığına, onların kendilerini Cennet’te zannediyor gibi, Cennet’i garanti etmiş gibi bir hayat yaşadıklarına dikkat çektikten sonra böyle bir anlayışın Kur’an ve Sünnet kriterlerine göre doğru olmadığının altını çizmektedir; “Ancak Kur’ân ve Sünnetin ortaya koyduğu temel disiplinlere baktığımızda bu anlayıştaki bir insanın iyi bir yolda olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir; akıbetinden korkmayanın akıbetinden korkulur.”[25]

 Hocaefendi yine terğîb amaçlı olarak zikir meclisleri ile ilgili hadis-i şerifi yeri geldikçe hatırlatır. Hadis-i şerifte Allah Teâlâ zikir meclislerinin durumunu arz eden meleklere “Onları affettim. İstediklerini verdim.” demesi üzerine melekler şöyle derler: Ya Rabbi onların içinde hatası çok bir kul vardı. Geçerken onlara uğramıştı.” Allah Teâlâ, “Onu da affettim. Onlar öyle bir kavimdir ki onlar ile oturan şaki olmaz, onlara verilenden mahrum kalmaz.” buyurur. [26]

Diğer taraftan Hocaefendi, bir topluluk, bir hareket içinde bulunmayı metaftaki insanların hâline benzetmektedir. Kâbe’yi tavaf ederken insanın bazen kendi ayaklarıyla, bazen de başkalarının ayaklarıyla yürüdüğünü, hele bayram günlerinde ifaza tavafını yaparken çok ciddi bir izdiham yaşandığını, çok defa kişinin ayaklarının yerden kesildiğini, bir topluluğun sırtında yol aldığını ve mesafe katettiğini öbür taraftan aynı kişinin başkasını sırtlanıp götürdüğünü misal olarak vermektedir. Ve bu misal üzerinden, Aynen bunun gibi, bir cemaat, bir topluluk içinde bulunan insan da bazen iradesinin hakkını veremediği, heva u hevesine yenik düştüğü bir anda, çevresindeki insanların sayesinde o durumdan sıyrılır ve kurtulur.” demekte ve bu yaklaşımını, hayırlı bir topluluk içinde bulunmanın, insanı helak olup gitmekten muhafaza edeceği ve onun için büyük bir avantaj olacağını açık bir şekilde ifade eden naslarla temellendirmektedir. Örnek olarak da şu hadisi zikretmektedir: Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturup kalkan hiçkimse tâlisiz olmaz.”[27] Hocaefendi, zikredilen bu hadis-i şerifte cemaatle birlikte olanın şaki muamelesi görmeyeceği müjdesinin verildiğini, “dolayısıyla hayırlı bir topluluk içinde bulunmanın, Allah yolunda güzel bir işte istihdam olunmanın, insanın ümitsizlik girdabına kapılmaması adına önemli bir vazife göreceği söylenebilir.” demektedir.[28]

Görüldüğü üzere Hocaefendi, kendi cemaatinin cennetlik olduğu gibi bir yorumda bulunmamakta; hayırlı bir topluluk içinde yer almanın önemine vurgu yapmaktadır.

Yine bir başka yerde iddiaların ne kadar mesnetsiz olduğunu gösteren şu yaklaşımlarını seslendiriyor: “Biz de zaten Cenâb-ı Hakk’ın bu vaadine itimat edip ona bel bağlamış bulunuyoruz. Öyle inanıyoruz ki cemaat hâlinde açılan eller, istek ve talepleri itibarıyla mahrum bırakılmayacaktır. Ellerimizi bu niyetle açıyor, dualarımızı bu niyetle cemaatin duasına katmaya çalışıyor ve çalı, diken yetiştirmeye mahsus bir zeminde, gül yetiştirmeye gayret ediyoruz. Böyle bir zeminde çamura batmadan, kirlenmeden bir hayat yaşamak nerede ise imkânsız… Günahlarımız çok; fakat Onun rahmeti günahlarımızdan daha geniş. Bunu bilerek Onun kapısına geliyor, Ondan af dileniyor, bizim dualarımızı da kabul gören dualar arasına katmasını niyaz ediyoruz.”der.[29]

Hasıl-ı kelam, Hocaefendi’nin gerek vaazlarında ve gerekse sohbet, yazı ve makalelerinde İslam hitabet geleneğinin bin küsur yıldır ürettiği üslup zenginliğinin temel ilke ve prensiplerini takip ettiği söylenebilir. Bu geleneğin en önemli üslup ve ifade enstrümanları, en enfes edebî, dinî, ahlakî ve insanî söylemleri de terğib-terhib dengesi üzerinden üretilmiştir. Özellikle de dinî söylemlerin toplumsal tezahürlerinde bu daha da bârizdir. Çünkü herhangi bir toplumda din, duygusal, manevî ve insanî arka plan gözetilmeden ne anlatılabilir ne de yaşanabilir. Dinin toplumsal tezahürü ise insanları feragat, diğerkamlık, dayanışma ve yardımlaşma gibi erdemli davranışlara teşvik etmek; her türlü ahlakî düşüklükten de sakındırmakla açığa çıkar. Nitekim Hocaefendi, yıllarca hem vaaz ve sohbetlerinde hem de yazı, tebliğ ve davet faaliyetlerinde, dinin bu gerçekliğinden hareket ederek, her kesimden geniş halk kitleleri tarafından hüsnükabul gören bir söylem üretmiştir.

Esas mesele Hocaefendi’nin bu farklı ve geniş halk kitleleri tarafından hüsnükabul gören söylemidir, Diyanet raportörlerinin kabullenmek istemediği gerçeklik bu olsa gerektir.


[1] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 103-104.

[2] Gülen, Prizma, 1: 30.

[3] Gülen, Zamanın Altın Dilimi, s. 58.

[4] Gülen, Zamanın Altın Dilimi, s. 59.

[5] Buhârî, fezâilü’l-ashab 1; Müslim, fezâilü’s-sahabe 210-216.

[6] Eski Ahit, Tesniye, bâb: 33, cümle: 3.

[7] Aclûnî, İsmail ibn Muhammed, Keşfu’l-hafâ ve müzîlu’l-ilbâs ammâ’ş-tehera mine’lehâdis alâ elsineti’n-nâs, Mektebetü ilmi’l-hadis, 2000, 2: 64

[8] Gülen, Sonsuz Nur, 2: 97.

[9] Eyüp Can, Ropörtaj, Zaman gazetesi, 13 AGUSTOS 1995.

[10] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Mehmet Görmez, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Tergîb ve Terhîb” maddesi.

[11] Gülen, Cemre Beklentisi, s. 236.

[12] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 94.

[13] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 100.

[14] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4: 44.

[15] Gülen, İrşad Ekseni, s. 17.

[16] Gülen, Kur’an’ın Altın İklimi’nde, s. 264.

[17] Gülen, Fasıldan Fasıla2: 90.

[18] Gülen, Kendi Ruhumuzu Ararken, s. 51

[19] Gülen, Prizma, 3: 46.

[20] Gülen, Ümit Burcu, s.198; Gülen, Sonsuz Nur, 1: 588; Gülen, Kendi İklimimiz, s. 44; Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız, s. 129.

[21] İbn Hibbân, es-Sahîh 2: 406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1: 483.

[22] Gülen, Yenilenme Cehdi, s. 113.

[23] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihaye, 6:179; Mâverdî, A’lâmü’n-nübüvve, Beyrut: Mektebet-i hilal, 1988, 1: 199.

[24] Gülen, Prizma, 1: 205.

[25] Gülen, Cemre Beklentisi, s. 237.

[26] Müslim, zikir 8.

[27] Buhârî, deavât 66; Müslim, zikir 25.

[28] Gülen, Cemre Beklentisi, s. 241.

[29] Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, s. 188.

Yazar :

Tarih :

Etiketler :

Paylas :