Hocaefendi’nin bir eserinden şöyle bir alıntı yapılmış,“Bana öyle geliyor ki tasavvuf başta olmak üzere, dinin diğer alanlarında az dahi olsa insanlara bir şeyler anlatan, onlara önderlik yapan kişiler paranoya ve şizofreni tehlikesine açık tiplerdir. Bu insanlar nazari bilgilerle değil entüisyonist bir mülahaza ile doğrudan Allah ile münasebet içinde olabilirler…” (Gülen, Sohbet-i Canan, s. 154) Bu ifadeler üzerine şu iddialar öne sürülmüştür:
- Gülen’in bu iddiaları, insanlara dini tebliğ etmekle görevli peygamberlere yöneltilen
“mecnun”, “büyülenmiş”, “kâhin”, “sihirbaz” gibi ithamlarla (İsrâ, 17/47; Şuarâ 26/153, 185; Sâd 38/4-5; Müddessir 74/21-25) paralellik arz etmekte ve peygamberler dışındaki âlimlere de ağır bir hakaret içermektedir. - “Entüisyonist (sezgicilik) bir mülahaza ile doğrudan Allah ile münasebet içinde olabilmekten” bahsediyor olması da dinî açıdan kabulü imkânsız bir başka itikadi sapkınlık örneğidir. Zira peygamberler Yüce Allah ile doğrudan bir iletişim hâlinde, daha doğru ifadesiyle vahiy irtibatı hâlinde olabilirler.[1]
İddialara Cevaplar:
İddialara delil olarak getirilen kısım, rapor boyunca yapıldığı gibi “cımbızlama” yöntemi ile oluşturulmuştur. Zira Hocaefendi’nin yazılı ve sözlü eserleri incelendiğinde, onun Peygamber çizgisindeki âlimlere son derece saygılı olduğu; itidal, temkin, tevazu, ve mahviyetin onun tabiat ve karakteri olduğu görülmektedir. Hocaefendi’nin vahiy ile entüisyon yaklaşımı tamamen birbirinden farklıdır. Şimdi öne sürülen iddiaları, başlıklar altında cevaplamaya geçiyoruz:
- Peygamberimiz’in ismeti
Hocaefendi, raportörlerin iddialarının tam tersine peygamberlerin ismet sıfatı olduğunu, onlara yönelik en küçük bir saygısızlığın din ve iman ile telif edilemeyeceğini eserlerinde pek çok yerde işlemiştir.[2] Durum böyle iken onun, Peygamberimiz’e yönelik “mecnun, sihirbaz” gibi ithamlarda bulunanlarla paralel bir söyleme sahip olduğunu iddia etmek, en hafif ifadesi ile iftiradır. Zira Hocaefendi, Allah Resulü’ne (sas) yönelik bu yakıştırmaları kesinlikle reddetmektedir. Bu inanç ve yaklaşımını da eserlerinde pek çok yerde gayet net ifade etmektedir. Bir örnek olarak onun, “Sonsuz Nur” isimli eserindeki “Efendimiz’in İsmeti” bölümünde yer alan şu ifadelerini[3] zikretmek yeterli olsa gerektir: “Hasımları O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) her türlü iftirayı attılar. Meselâ; O’na “mecnun” dediler.[4] Vâkıa O, bir ölçüde Hakk’ın mecnunuydu.. ve bu uğurda bütün varlığını da pazara koymuştu. İsteyen talan edebilirdi. Bu işin harmanı ise Cennet ve Cemalullah’a ermekti…Ve, yine O’na sihirbaz dediler..[5] evet, en muannit insanlar dahi O’nun huzurunda eriyor ve içlerinden küfür adına ne varsa hepsi temelinden sarsılıyordu. Zaten O’na büyülenip kendini O’nun yolunda bezledenlerin sayısı hudutsuzdu. Aklı gözüne inmiş kâfirlere gelince, diyecekleri başka bir şey yoktu. “Bütün bu pervaneler sihir ateşiyle dönüyor.” diyor, bir safsatada teselli arıyorlardı. Hâlbuki onları pervaneler gibi döndüren imanın gücü, kemalin cilvesi ve cemalin cazibesiydi..
O’na kâhin yakıştırmasında da bulunmuşlardı.[6] Öyle ya oturmuş, kıyamete kadar olacak her şeyi haber veriyordu. Onlar, o güne kadar bu tür sözleri hep kâhinlerden dinlemişlerdi. Oysaki, az dikkat etselerdi, sözleri yalanlarla dolu kâhinlerle O’nu çok rahatlıkla tefrik edebilirlerdi. Evet, Efendimiz ise hep doğru söylüyordu ve başka değil sadece gördüğünü haber veriyordu.
Eğer O mecnunsa –hâşâ–, dünyada akıl diye bir şey yok demektir. Kehanet ve sihir gibi ciddiyetten uzak şeyler ise O’nun rüyasına dahi girememişlerdir. Çünkü O’nun rüyaları da hayatı kadar ciddîdir. O’nun hayatının ötelere açık yamaçlarından kopup gelen bu mübarek esintiler O’nun mesajından bir bölüm teşkil ederler.”[7]
2. Paranoya ve şizofreni tehlikesi
İddialara delil olarak getirilen kısımda metin bağlamından kopartılarak anlam tahrif edilmiştir. Zira Hocaefendi, “Sohbet-i Canan” adlı eserinde “karizma”dan bahsederken, Peygamberlere “karizmatik şahsiyetler” demenin, hatta onlara “dâhî” bile demenin doğru olmadığını ifade etmektedir. Ona göre peygamberler (as) ve Peygamberimiz (sas) karizmanın ötesinde vahye göre hayatlarını düzenlemişlerdir. Sıra dışı özellikler, karizmalar, dinin emrine girdikleri zaman bir değer ifade etmekte ve yararlı hale gelmektedir. Bu yüzden din terbiyesine girmemiş, Kur’an’ın emrine verilmemiş, Sünnet’in mihenklerine vurulmamış karizmalar çok defa zararlı olmuşlardır. Çünkü bu tip insanlar genellikle, egoist, egosantrik ve hatta bazıları paranoyak dahi olabilmektedirler.
Hocaefendi, bunları söyledikten sonra “paranoyak” kelimesinin hatırlattığı bir düşüncesini şöyle seslendirmiştir. “Bana öyle geliyor ki tasavvuf başta olmak üzere, dinin diğer alanlarında az dahi olsa insanlara bir şeyler anlatan, onlara önderlik yapan kişiler paranoya ve şizofreni tehlikesine açık tiplerdir.”
Hocaefendi, bu kişilerin paranoya ve şizofreni hastası olduklarını değil, bu tür hastalıklara açık tipler olabileceğini ifade etmiştir. Söylerken de işin hassasiyetine atıfta bulunarak, bunları teorik bilgileri ve altmış küsur yıllık hayatındaki müşâhedelerine dayanarak dile getirdiğini belirtmiştir.
Gerçekten de tarihe bakıldığında bu tiplere ait bir çok örnek görmek mümkündür. Bunların sadece bir tanesi Mirza Gulâm Ahmed’dir. Kendisini önce müceddid ardından Hıristiyanlara vaad edilen mesih ve Müslümanlar için kıyamete yakın geleceğine inanılan mehdi ilan etmiş; bir müddet sonra ise Allah’tan vahiy aldığını ve Hz. İsa’nın gücünün taşıyıcısı olduğunu iddia etmiştir.[8]
Kur’an ve Sünnet’in rehberliğini dikkate almayan sufi görünümlü birçok kişi, dini suiistimal etmiş, kendilerinden namaz, oruç gibi dini emirlerin düştüğü vehmine kapılmıştır. Nitekim bu realite Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde de ifade edilmektedir: “9. yüzyıldan itibaren dış tesirlerle İslâm’ın özü ile uyuşmayan birtakım inanç, düşünce ve davranışlara sahip bazı derviş toplulukları ortaya çıktı. Şeriat ulemâsının İbâhiyyeci saydıkları bu topluluklar gerçek sûfîler tarafından da dışlanmışlardır.”[9]
Yine aynı kaynakta bu tür grupların, âyet ve hadislerin zâhirî mânaları yanında bâtınî mânalarının da olduğunu ileri sürerek bâtına yönelme bahanesiyle nasların zâhirini hiçbir kurala bağlı kalmadan tevil ettikleri, böylelikle dinî hükümleri geçersiz hale getirdikleri ifade edilmekte ve Hattâbiyye, Beşeriyye, Nusayriyye, Albâiyye gibi bazı fırka isimleri de zikredilmektedir.”[10]
Günümüz Türkiye’sinde bile önce karizmatik bir tip olarak ortaya çıkıp, sonrasında kendisini Mehdi ve Mesih ilan eden, hatta kendisine vahiy geldiğini iddia eden birçok kişinin varlığı da herkesçe bilinmektedir.
3. Âlimlere ve maneviyat büyüklerine saygı
Hocaefendi, pek çok âyet ve hadiste âlimlerin ve Allah dostlarının faziletine vurgu yapıldığının altını çizerek[11], onlara saygı ve hürmet gösterilmesini Kur’an ve Sünnet’in emrettiği bir prensip olarak kabul etmektedir: “İlim enbiyânın mirası, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridirler. Bu konuda, “Âlimler, peygamberlerin (aleyhimüssalâtü vesselâm) vârisleridir.”[12] ferman-ı Nebevîsi, ulemâ için pâyeler üstü bir pâye ifade eder.”[13]
Rapor yazarlarının iddialarının tam eksine Hocaefendi, sahabe, tabiîn, tebe-i tabiîn ve günümüze kadar gelen âlimlere ve maneviyat rehberlerine son derece saygılı ve hürmetlidir. Örnek olarak bir tanesini zikretmek istiyoruz:
“Cenâb-ı Hakk’ın “Rab” isminin en üst seviyede temsilcisi Hz. Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, Cenâb-ı Hakk’ın bu isminin peygamberler dahil, insanlar arasında en zirve temsilcisi, müstesna bir fıtrattır. Tabi O’nun terbiyesi altında yetişenler de peygamberlerden sonra insanlığın en seçkinleridir. Yeryüzünde, başka bir Ebû Bekir, bir Ömer, bir Osman, bir Ali (radıyallâhu anhüm) göstermek ve yetiştirmek mümkün değildir. Sadece onlar değil, sahabeden hiçbirinin seviyesine ulaşmak mümkün değildir. Çünkü onlar, bizzat Allah Resûlü’nün terbiyesinde yetişmişlerdir. Yine O’nun terbiye atmosferinde yetişmiş ve daha sonraki asırlara saçılmış inciler de vardır. Onlar da bir mânâda, Allah Resűlü tarafından yetiştirilip terbiye edilmişlerdir. İnsanlığın medar-ı fahrı sayılan bu asil ve seçkin insanların da benzerlerini yetiştirmek kabil değildir. Fuzayl ibn Iyâz, Bişr-i Hâfî, Bâyezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed ibn Hanbel, İmam Rabbânî, İmam Gazzâlî, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Şah-ı Geylanî, Şâzilî, Nakşibend, Ahmed Rifâî ve Bediüzzaman gibi daha niceleri… hep derslerini ve terbiyelerini O’ndan almış ve O’nun terbiye prensipleriyle yetiştirilmişlerdir.”[14]
Hocaefendi, selefe, peygamber vârisi âlimlere saygı ve hürmeti, Kur’an ve Sünnet’in emrettiği bir prensip olarak kabul etmektedir.[15] O, âlimlere, selefe saygının; bir terbiye, anlayış ve ruh disiplini olması gerektiğine vurgu yapar. Zira, Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Ey Kerim Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi affeyle, içimizde mü’minlere karşı hiçbir kin bırakma. Duamızı kabul buyur yâ Rabbenâ, çünkü Sen Raufsun, Rahimsin: Şefkat ve ihsanın son derece fazladır.”[16] Hocaefendi, zikrettiğimiz bu âyetten hareketle İslam âlimlerine saygı ve hürmeti temel bir prensip kabul etmenin yanında onlara karşı saygı, hürmet ve muhabbet uyarılmasını da bir vazife olarak görmektedir: “Ne seviyede olursa olsun din-i mübin-i İslâm’a hizmet etmiş insanları daima takdirle yâd etmek, onlara saygı göstermek ve her yerde tazimkâr ifadelerle insanların sinelerinde onlara karşı bir sevgi ve muhabbet uyarmak önemli bir vazifedir.”[17]
Ayrıca Hocaefendi, dine hizmet eden alimlere, maneviyat büyüklerine saygısızlığın çok değişik mahrumiyetlere sebebiyet vereceğini de ifade etmektedir: “Aslında bir vakitler hizmet etmiş kimselere hor bakıp onları hafife alma hissi, insanı çeşitli füyûzattan mahrum bırakan bir hastalıktır. Bunların pek çoğunun kendilerine göre bir âlemi vardır ve onlar başımızda ya da yanımızda Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbe birer vesiledirler. Onların aleyhlerinde bulunan kimse, Cenâb-ı Hak’tan gelecek rahmetten mahrum olur.
Evet, şayet bugün Cenâb-ı Hakk’ın ilham esintilerinden mahrum bulunuyorsak bunun en önemli sebeplerinden biri, hiç şüphesiz geçmişteki büyük zatların aleyhinde olma ve onlar hakkında uygunsuz söz söylemek olsa gerek…”[18] Netice itibariyle Hocaefendi, cımbızlama mühendisliği ile tenkit edilecek formata dönüştürülen o cümlesiyle alimlere hakaret etmemekte, bilakis, yine kendi ifadesiyle “din terbiyesine girmemiş, Kur’ân’ın emrine verilmemiş, sünnetin mihenkleri ile yönlendirilmemiş” karizmatik tiplerin dine verebilecekleri büyük zararlara dikkatleri çekmektedir. Rapor yazarları konuyu anlamamakta ısrar ettikleri gibi aynı zamanda Hocaefendi’ye de büyük bir iftira atmışlardır.
4. Vahiy ve entüisyon
Rapor yazarları Hocaefendi’nin vahiy ve entüisyon konusundaki yaklaşımlarını çarpıtmaktadırlar. Onun bu konudaki yaklaşımları herhangi bir yanlış anlamaya sebebiyet vermeyecek kadar nettir: “Vahiy, objektif hitap mânâsını ihtiva etmekte; şeffaf, şahitle müeyyed, dolayısıyla da bağlayıcı; ilham ise hususî, yoruma açık, şahitsiz ve bu itibarla da ilzam edici değildir.” [19] Hocaefendi, vahyin peygamberlere özel, objektif ve bağlayıcı olduğunu vurgulamanın yanında İslâmi literatürde “hads”[20] denilen entüisyonun (sezgi), sübjektif ve bağlayıcı olmadığını da ifade etmiştir. O, “hadsin bir üstünün ilham”[21] olduğunu, sezginin de ilhamdan daha alt seviyede olduğunu söylemektedir. İlham ile ilgili yaklaşımı da şu şekildedir: “Peygamberlerden başkasının ilhamı, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’nın muhkemâtına uygunluğu ölçüsünde kabule şâyân görülüp şer’-i şerife muvafakatı çerçevesinde tâlî bir esas sayılsa da sübjektif ve vicdanî bir hâdisedir ve bağlayıcılığı da söz konusu değildir.”[22] Netice itibariyle Hocaefendi, peygamberlere gelen vahiy ve ilham ile diğer insanların entüisyon yolu ile elde ettikleri bilgileri birbirinden ayırmıştır. Durum böyle iken onu peygamberlere ve vahye saygısızlıkla itham etmeyi; ilim, irfan ve insaf ile telif etmek mümkün değildir.
[1] Diyanet İşleri Başkanlığı, Rapor, s. 119.
[2] Mesela Gülen, Sonsuz Nur, 1: 457-464; Günler, Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız, s. 248; Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 4: 195.
[3] Gülen, Sonsuz Nur, 1: 529-530; Gülen, Bir İ’caz Hecelemesi, s. 104; Gülen, Prizma, 4: 91.
[4] Hicr, 15: 6; Sâffât, 37: 36; Duhân, 44: 14; Kalem, 68: 51.
[5] Yûnus, 10, 2; Sâd, 38, 4.
[6] Müslim, fedâilü’s-sahâbe 132; Ahmed ibn Hanbel, el-Müsned 1: 17, 5: 174.
[7] Buhârî, tâbir 1-5; Müslim, rüya 6-9.
[8] Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, s. 133; Gülen, Bahar Neşidesi, s. 84; Gülen, Bir İ’caz Hecelemesi, s. 411.
[9] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Tahsin Yazıcı, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Derviş” maddesi.
[10] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Onat Hasan, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “İbâhiyye” maddesi.
[11] Gülen, İkindi Yağmurları, s. 112; Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 259; Gülen, Sonsuz Nur, 2: 17; Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu, s. 224.
[12] Buhârî, ilim 10; Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1.
[13] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2: 29.
[14] Gülen, Sonsuz Nur, 2: 17.
[15] Gülen, Yol Mülahazaları, s. 147-155.
[16] Haşr, 59: 10.
[17] Gülen, Zihin Harmanı, s. 41.
[18] Gülen, Zihin Harmanı, s. 41.
[19] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 80.
[20] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Hayati Hökelekli, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Hads” maddesi.
[21] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 194.
[22] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3: 82.