Bu başlık altında Hocaefendi’nin eserlerinden iki ayrı yerden alıntı yapılarak bunların üzerine bazı iddialar öne sürülmüştür. Önce alıntıları verelim:
“…Bir emekli albaydan dinlemiştim. Bir asrı aydınlatan, belki birkaç asrı aydınlatan dev bir düşünce, dev bir ruh, bir eve misafir olmuş. Vaka bu. Onun hali o zaten. Onu bize tanıtanlar, bildirenler öyle tanıttılar. Evrâd-u ezkâr insanı, inleme insanı, milleti kurtarma uğrunda kendini çoktan unutmuş insan. Ev sahibi tanımıyor. Hanımıyla yatıyorlar. Birden bire evin duvarlarının ötüşe geçtiğini duyuyor. Bir inilti! Bu da ne? Ömer’e mezarın ses vermesi gibi bütün evin duvarlarında, zemininde, tavanında duyulan şu ses: -ama ben o sesi diyemeyeceğim. Çünkü ne sesim onun sesi, ne soluğum onun soluğu, ne gırtlağım onun gırtlağı, ne de dilim onun dilidir.- Aman Allah’ım! Öyle: Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü mine’z-zâlimîn ve Yâ Rabbî innî messeniye’ddurr ve ente erhamu’r-râhimîn, Rabbî innî messeniye’d-durr. Kabul buyur, şakamı bile yâ Rabbi! Rabbî innî messeniye’d-durr. Esas bana zarar isabet etti. Sen erhamu’r-râhimîn’sin. Rabbî innî messeniye’d-durr ve ente erhamu’r-râhimîn, Rabbî innî messeniye’d-durr ve ente erhamu’r-râhimîn. Dürtüyor yanındaki hanıma, ‘hanım kalk!’ diyor. Eve devlet kuşu kondu. Bu adam Hızır mıdır? Nedir? Hızır değildir; ama makâm-ı Hızır’ı temsil eden bir büyüktür.” (Kutsilerin Takvası, Kutsiler Takvası-2, dk. 41:10 vd.).
“…Ortalığın lerzeye geldiğini, bu devrimizde oldu bir tanesi. Arabanın içinde oturuyorduk diyor. Birden bire –hacca giderken içinde oturduğumuz araba ileri geri hareket etmeye başladı. Araba ileri geriye doğru hareket ediyor. Bu da meczup gibi kendinden geçmiş, derin murakabeler içinde. –Geçen sene ölmemişti. Bu sene de ölmemişse hala hayattadır. Demek sizin yetiştiğiniz toprak böylelerini de yetiştirince, toprak hala kuvve-i inbâtiyesini kaybetmemiş. Hala büyük insan yetiştiriyor. Anladık ki; bu o kaynaktan geliyor.- Yanına sokuldum dedim ki; ne düşünüyordun şu dakikada? Ümmet-i Muhammed’in hak dinlemez, söz dinlemez hali gözümün önünde tüllenince; Allah’ın bunlara azap ettiğini düşündüm. Beni, ‘Allah’ım!’ dedim. Beni yak! dedim. Allah’ım beni yak! dedim. Araba lerzeye gelmiş, ileriye gidiyor, geriye geliyor.” (Kutsilerin Takvası, Kutsiler Takvası-2, dk.52:00).
Raportörler bu alıntıları naklettikten sonra anlatılanların akıl dışı ve halkı doğru dinden uzaklaştırmaya yönelik olduğunu iddia ediyorlar.
Bu iddiaları cevaplamaya geçelim:
1. Bütüncül bakış
Hocaefendi, “Kutsilerin Takvası” adlı vaazında iki müttaki zatın yaşadığı, iki ayrı olaydan bahsetmektedir.
Bunlardan birincisi Hz. Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşadığı haldir. Hz. Bediüzzaman Barla’ya ilk gittiğinde Muhacir Hafız Ahmed Efendi’nin evinde bir hafta kadar misafir olur. Gece ibadetini eda ederken evin duvarları Bediüzzaman Hazretlerinin zikrine eşlik etmeye başlar. Yan odada istirahat eden ev sakinleri heyecanla uyanır ve bu olaya şahitlik ederler.
İkinci olay ise bir hac yolculuğunda yaşanır. Otobüslerle hacca gidildiği yıllarda bir Hak dostu, otobüste zikre başlar. Mola verildiğinde de zikrine devam eder. Ümmet-i Muhammed’in hak dinlemez, söz dinlemez hali gözlerinde tüllenir. Allah’ın onlara azap edeceğini düşünür. Derin murakabeye dalar. İşte tam o esnada “Allah’ım onları değil beni yak” dediğinde otobüs de onun bu zikrine eşlik eder. İleri geri gider gelir.
2. Takva ve keramet
Burada iki husus üzerinde durulabilir:
1. Yaşanan bu olağanüstü haller dinî literatürde “keramet” kapsamında değerlendirilir.
Keramet de -daha önce üzerinde durulduğu üzere- Allah’ın mümin kullarına harikulade bir ikramıdır. Ehl-i Sünnet inancına göre haktır. Başta İmam Azam’ın “el-Fıkhu’l-Ekber”i olmak üzere kelam kitaplarında Allah dostlarının kerametinin hak olduğu ifade edilmiştir. Nitekim bu husus, Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde de referansları verilerek gayet açık olarak yer almaktadır: “Naslarda kerametin gerçekliğine inanmayı gerekli kılan kanıtlar mevcuttur. Kur’an’da peygamber olmadıkları halde bazı iyi kullar hakkında harikulade olaylardan bahsedilmiş, Hz. Meryem’in melekleri görüp onlarla konuştuğu ve ona kış gününde yaz meyveleri verildiği bildirilmiş, Ashab-ı Kehf’in uzun yıllar mağarada uyutulmak suretiyle düşmanlarından korunduğu anlatılmış, Hz. Musa’nın annesinin başından geçen harikulade olaylar nakledilmiş, Hızır’ın gaybı bildiğine dair olaylardan söz edilmiş ve Hz. Süleyman’ın isteği üzerine Belkıs’ın tahtının çok kısa bir sürede uzak mesafeden getirildiği haber verilmiştir. Hadislerde de peygamber olmayan bazı salih kullarla ilgili harikulade olaylardan söz edilmiş, tabakat kitapları çeşitli sahabi, alim ve salih kulların kerametlerini kaydetmiştir. Nasların yanı sıra büyük bir yekün tutan tarihi yanlış kabul etmek Müslümanları yalancılıkla itham etmek anlamına gelir. (Nesefi, (Tabsiratü’l-edille) I, 536; Seyfeddin el-Amidi (Gayetü’l-meram)s. 335; Yafii, (Neşrü’l-mehasini’l-galiyye fi fazli meşayihi’s-sufiyye, s. 9-10)[1]
Hocaefendi de kerametin hak olduğunu, ihsan, lütuf, cömertlik mânâlarına gelen “kerem” kelimesinden türetildiğini ve Allah’ın halk etmesiyle Hak dostlarından sadır olan fevkalâde hâl, söz, davranış, nazar, teveccüh ve tesir manasına geldiğini ifade etmiştir.[2]
İslam Ansiklopedisi’nde bu kavram ele alınırken de: “Allah’ın sâlih, takvâ sahibi, velî kullarından zuhur eden olağan üstü hal” diye tanımlandığı, bununla birlikte kerametin sadece evliyadan değil, sıradan bir müminden de zuhur edebileceği ifade edilir.[3]
Evrâd u ezkâra verdiği önemi herkesin yakınının bildiği Hz. Bediüzzaman gibi birisinin böyle bir hâli yaşaması, böyle bir ikram-ı ilahiye mazhar olması çok da yadırganacak bir durum olmasa gerektir. Talebelerinden Mehmet Feyzi Efendi, Hz. Bediüzzaman’ın zikir konusundaki hassasiyetini şöyle ifade etmiştir: “Gecelerde sabaha kadar calib-i dikkat bir hal-i haşiane ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kış bu adetleri tahalluf etmez (değişmez). Teheccüd ve münacaat ve evradlarını asla terk etmezler. Hatta bir Ramazan’da pek şiddetli hastalıkta altı gün bir şey yemeden savm-ı visal (iki gün üst üste iftar etmeden oruç tutmak) içinde ubudiyetteki mücahedelerini terk etmediler. Komşuları her zaman derler ki: ‘Biz sizin üstadınızın sekiz sene yaz ve kış geceleri, aynı vakitlerde, sabaha kadar hazin ve muhrik sadasıyla münacat seslerini dinler ve böyle fasılasız devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık.”[4]
2. Hocaefendi, takvayı, yani Allah katındaki biricik değer ölçüsünü anlattığı yerde bu olayları anlatmaktadır. Onun maksadı müttaki insanların hayatlarından ve düşünce dünyalarından örnekler vererek, dinleyenleri onun derinliklerine mazhar olabilmeleri için teşvik etmektir. Esas nazarlara sunulan, Hz. Bediüzzaman’ın gece hayatı, dua dünyası, Allah ile olan sıkı irtibatı ve Hak dostlarının kendilerini unutup ümmet-i Muhammed’in haliyle dertlenmesidir.
3. Ümmet-i Muhammed’in Cehennem azabından kurtarılması için kendini feda etme
Hocaefendi, eserlerinde pek çok yerde “şefkat ve merhamet hisleriyle ümmet-i Muhammed’in Cehennem azabından kurtarılması için kendini feda etme” sözlerinin ne manaya geldiğini de şu şekilde açıklamıştır: “Hazreti Ebû Bekir’e isnat edilen böyle bir söz var: “Yâ Rabbi, vücudumu o kadar büyüt ki Cehennem’i ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin!” [5]Bu sözün Hazreti Ebû Bekir’e isnadı oldukça zayıftır. Bazıları da aynı ifadenin Beyazid-i Bistamî’ye ait olduğunu nakletmektedirler. Üstad Bediüzzaman’ın Tarihçe’sinde de benzeri bir ifadeye rastlanır.”[6]
Hocaefendi, tenkit vesilesi yapılan ifadelerin benzerlerinin dünden bugüne nakledildiğini bu şekilde ifade ettikten sonra devamında, bu yaklaşımların doğru anlaşılması için çok önemli kriterler önümüze koymaktadır: “Ne var ki bütün bunlardan, bu şahısların Cehennem’i hafife aldıkları mânâsını çıkarmak da fevkalâde yanlıştır. Bu ve benzeri ifadeler, belli şartlar altında ve belli hâllerde –buna tasavvufî mânâda sekir hâli dememiz de mümkündür– söylenmiş sözlerdir ve umumî kanaati aksettirme gibi bir mülâhaza da söz konusu değildir.
Kaldı ki bazı ahvalde hemen hepimiz aynı şeyi hem söyler hem de yaparız. Bir şefkatli baba düşünün ki evlâdı mahsur kaldığı bir yangın içinde biraz sonra cayır cayır yanacaktır. Böyle bir durumda evlâdından yükselen feryat, babanın ciğerini dağlarken, böyle bir babanın davranışları nasıl akıl ve mantık kriterlerini aşar, öyle de ümmet-i Muhammed’e karşı âzamî ölçüde şefkatli bu büyük zatların, ümmetin düştüğü durum itibarıyla müstehak oldukları neticeyi düşündükçe, yukarıdaki ifadeye benzer sözler sarf etmeleri gayet normaldir..ve bu türlü sözler değerlendirilirken böyle bir ölçü içinde değerlendirilmelidir. Yoksa umumî mânâda bu sözleri ölçü almak doğru değildir. Zaten böyle yanlış ölçüler, onların kavgasını verdikleri doğrularla da hep bir çatışma hâlindedir. Efendimiz sabah akşam “Allah’ım, bizi Cehennem azabından koru!” diye dua ederdi.[7] Bütün büyüklerimiz de aynı duayı vird edinmiş ve Cehennem’den korunmak için, Cenâb-ı Hakk’a bu kabîl dua ve yakarışlarda bulunmuşlardır. Evet, bu hususun böyle bilinmesinde, ölçülü ve dengeli olma adına fayda vardır.”[8]
Raportörlerin, bir yandan Hocaefendi’nin Bütün eserlerini inceleyerek söz konusu raporu hazırladıklarını iddia ederken, öbür taraftan, onun pek çok yerde açıkladığı bir konuyu görmezden gelmeleri bizce “malum gerekçeler”e dayanmaktadır. Bu gerekçelerin ne olduğunu da okuyucularımızın ve hakperest her insanın net olarak anlayacağı kanaatindeyiz.
[1] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yusuf Şevki Yavuz, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2008, “Keramet” maddesi.
[2] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1: 229.
[3] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Keramet” maddesi.
[4] Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 327
[5] Şemseddin Sivasî, Menâkıb-ı Çehar-ı Yâr-ı Güzîn, s. 25 (28. Menkıbe).
[6] Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 616.
[7] Müslim, zikir 76; Tirmizî, deavât 13; Ebû Dâvûd, edeb 100
[8] Gülen, Fasıldan Fasıla, 2: 333-334; Gülen, Prizma, 4: 251-254; İrşad Ekseni, s. 44.